DHB ARŞİV SİTESİ
Ana Menü
Anket
DHB: İşçi Memur

Bu Konuda Ara:   
[ Ana Sayfaya Git | Yeni Bir Konu Seçin ]


SERMAYENİN KUŞATILMIŞLIĞINI YARMAK
İşçi Memur
Burjuva kapitalist sistem, dünyada olduğu gibi Türkiye’de ekonomik-toplumsal ilişkileri durmaksızın kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlerken, politik alanda da, işçi ve emekçilerin kazanımlarını gasp ederek ortadan kaldıran genel ve özel bir saldırısını dalgasını sürdürdüğü ve emekçileri her bakımdan kuşatma altında tuttuğu bir gerçekliktir. İşçi ve emekçilerde örgütlü olmaya başaran kesimleri dört bir yandan kuşatılarak, birbiriyle yarıştırılarak, rekabet içine itilerek ve hepsinden önemlisi kendi içinde parçalanarak daha kolay ‘yönetilebilir’ ve ‘yönlendirilebilir’ hale getiriliyor.
Bugüne kadar yaşanan onca örneğe ve deneyimlere rağmen hala sadece üyelerinin çıkarlarıyla sınırlı ve sermaye ile uzlaşma içinde  sarı sendikacılık yapan, kendisi dışında bir eylem ya da direniş olduğunda ilgisiz duyarsız, dayanışmadan uzak  ‘kılını kıpırdatmayan’ geniş bir kesim var. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde kazanılmış haklarının daha fazla gasp edilmesiyle birlikte  geçmişte bu şekilde düşünerek yanıldığına inananların sayısı artmış olsa da, hala hazırda sendikalarda egemen olan sarı ve uzlaşmacı sendikal anlayış darbelenmiş değil. Uzunca bir süredir işçi ve emek örgütleri günümüzdeki kadar yoğun baskı ve denetim altında tutularak bu kadar büyük bir kuşatma içine alınmamıştır herhalde. Bu durumun, yaşanan tüm olumlu mücadele örneklerine rağmen, büyük ölçüde sınıf hareketinin devrimci bir önderlikten yoksunluk,  örgütsel dağınıklığı ve güçsüzlüğünden kaynaklandığı tartışmasız bir gerçek. Üstelik işçi ve emekçilere ve onların haklarına yönelik olarak gerçekleştirilen kuşatma, işçi sınıfının tarihsel-geleneksel örgütlerini içeriden ve dışarıdan müdahalelerle ve adım adım yapılmaya çalışılıyor. İşbirlikçi tekelci sermaye ve onun emir eri AKP hükümeti bir yandan işçi sınıfını bölerek, örgütlenmesini engelleyerek, bazen zorla baskıyla dağıtarak açık saldırısını sürdürürken, diğer yandan da sarı ve işbirlikçi sendikacılığın önünü açarak sınıfın içinde politik tahakküm üzerinden yeni boyun eğici ilişkileri geliştirmeyi ihmal etmiyor.
İşçiler ve emekçiler kendi içinde ne kadar parçalanmış, sınıf bilinci ne kadar geriletilmiş, sendikaların önemli bir bölümü her ne kadar birer ‘sosyal denetim ve sosyal uzlaşma’ aracı haline getirilmiş olsa da, işçi sınıfının her geçen gün sayıca büyüyen ve genişleyen yapısı karşısında bu sarı sendikacılık uygulamalarının daha etkisini daha uzun yıllar sürdürmesi mümkün değil.
İşçi sınıfının içinde bulunduğu durum, tek tek işyerlerinden başlayarak somut ve acil taleplerin gerçekleşebilmesi üzerinden örgütlenme zorunluluğunu dayatıyor. O yüzden uzunca bir zamandır ülkenin dört bir yanında sendikalaştığı için işten atılan, patron baskısına maruz kalan işçilerin direniş ve  mücadelelerine tanık oluyoruz. Örgütlenme talebi, örgütlülük bilinci geçmişte ne kadar yara almış olursa olsun, bir taraftan gittikçe genişleyen bir kesim açısından kendisini zorunlu kılarken, diğer taraftan hak arama mücadelesi sendikal örgütlülüğün yeniden ve daha güçlü araçlarla oluşturulmasını dayatıyor. Burada devrimci ve sosyalistlere daha fazla görev düşüyor. Sınıfı devrimci bilinçle donatmak ve  sınıf sendikaları yaratma perspektifine uygun bir devrimci çalışma yaparak sınıf hareketine müdahale etmektir.
(1449 okuma)  (Devamı... )

PATRONLAR SÖMÜRÜDE KURAL TANIMIYOR
İşçi Memur
Türkiye’de patronlar kendi yasalarını bile hiçe sayarak sömürüyü vahşileştirdikleri biliniyor. Bunda devlet ve hükümetin patronların yanında saf tutması belirleyici bir rol oynuyor. İşsizliğin kitlesel bir ha aldığı ve hergün işsizler ordusuna yenilerinin katıldığı Türkiye gerçekliğinde, patronlar iş yaşamında çalışma koşullarında kuralsızlığı egemen kılıp, örgütsüzlüğü dayatıyorlar. Geçenlerde gazeteler yansıyan Çorum’da faaliyet gösteren Mac Tekstil Fabrikası’nda olduğu gibi, işçilerin her türlü kural ve güvenceden yoksun olarak çalıştırılması, bugün Türkiye’nin pek çok yerinde karşılaşılabilecek doğal bir durum. Ancak Çorum’daki durumu daha da ilginç kılan nokta; fabrika yöneticilerinin, gazetecilerin karşısına geçip, çekinmeden “Yasalarda yeri olmayan işler yapıyoruz, bunu devlet de biliyor” diyebilme cesaretini açıktan gösterebilmeleridir.
Fabrika yöneticilerin itiraflarına bakıldığında, fabrikada ücretlerin yasal asgari ücretin altında olması ve devletin de bu durumdan haberinin olduğunun belirtilmesi, neresinden bakılırsa bakılsın tam bir gerçeklerin itirafıdır.Yani kuralsız ve kölece çalışmanın ardında devlet ve hükümetin olduğu gerçekliğidir.. İşçilerin bir işi kaç saniyede yaptığının hesaplanıp çalışma hızının belirlenmesi, 20. yüzyılın başında Taylor’un, mühendislerin işçilerin başında elinde kronometre ile bekleyip bir işi kaç saniyede yaptığını hesaplaması ve bulduğu sayıyı toplam mesai saati ile çarpıp günlük üretimi hesaplamasına benziyor.
İşçiyi bir makine ya da robot yerine koyan böylesi bir zihniyetin, işçilerin tuvalete günde kaç kez gittiğini hesaplaması; günde üç kez tuvalete giden işçinin ücretini kesmesi, hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü firma yöneticilerinin de belirttiği gibi, bugün tuvaletlerin önüne manyetik kartla çalışan turnike koyan çok sayıda fabrika var. Fabrika yöneticilerinin, sendikalaşmanın ‘haram’ olduğuna ilişkin sözlerine gelince; bazı imamların, sendikalaşmanın, grev yapmanın ‘caiz olmadığı’ yönünde vaaz verdiği bir ülkede, sendikalaşmayı ‘haram sayan’ bir dinci gerici zihniyet işçilerin nasıl dini duyguları kullanarak sınırsızca sömürüldüğünü gösteriyor.
Elbette patronun amacı azami kar elde etmektir. Üretim yapmak onlar için bir amaç değil, bir araçtır sadece. Karın kaynağı işçinin karşılığı ödenmemiş emeği olduğuna göre, emek-gücünü ne kadar sömürebilirse, işçiyi ne kadar ucuza ve kuralsız çalıştırabilirse, elde edeceği kar da o kadar yüksek olur. Bu durumda patronların daha fazla kar için göze alamayacağı hiçbir şey yoktur. Çünkü her şey azami kar içindir. Mac Tekstil yöneticilerinin söyledikleri, bu tarihsel gerçeğin tüm ‘modern kapitalizm’ zırvalıklarına rağmen halen geçerli olduğunun itirafıdır aynı zamanda.
Patronlar, işçileri; istediği zaman, istediği kadar, istediği ücretle çalıştıracağı; istediği zaman işten çıkartacağı, iş dışında hiçbir sosyal yaşamı olmayan; her açıdan kölesi haline gelmiş, tüm yaşamı sadece çalışmak ve dolayısıyla patronunu daha da zenginleştirmek olan modern robotlara dönüştürmek istiyor.
(1522 okuma)  (Devamı... )

TEKEL DİRENİŞ VE İŞ EKMEK ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN ACİLİYETİ
İşçi Memur
TEKEL işçilerinin işçilik statüsünü sürdürme başta olmak üzere kazanılmış özlük haklarını korumak ve  güvencesiz çalışma ve  kölece sömürü anlamına gelen 4-C statüsüne karşı  78.gün süren direniş, Danıştay’ın 4.c uygulamasını durdurma kararıyla birlikte sendika ağaları eylem son vererek çadırları söktüler . Direniş ileriye fırlayacağı bir dönemde sendika ağaları eliyle bitirildi ve bir kez daha işçiler sendika ağalarının ihanetini yaşadılar. Bunda belirleyici olan, direnişinin devrimci bir önderlikten yoksun olmasıydı.
Direnişin istenen ve beklenen sonucu koparıp almasa da, bir çok bakımdan yararlanılması gereken dersler bıraktı.   Tekel direnişi üzerine, hemen her sınıf ve  temcileri bir şeyler söyledi ve söylemeye devam edecektir. Başladığından itibaren TEKEL direnişi üzerine değişik değerlendirmeler yapan gazetemiz HB, buna eklenecek şeyler olduğunu biliyor.  Tekel direnişi uzun yılların ardından işçi ve emekçi mücadelesinde öne çıkan en önemli direnişlerden biri olduğunu özelde vurgulamalıyız
TEKEL direnişi, ‘89 bahar eylemleri, Zonguldak madenci direnişi ve takip eden genel eylem başta olmak üzere bu süreçteki birçok işçi-emekçi eyleminin ardından gerçekleşmiş olmakla, sınıfının deneyiminden yararlanma olanağına; ve fakat hareketin istikrarsızlığı ve sendikal ağarlının uzlaşıcı politikası nedeniyle de önemli dezavantajlara sahip bir eylem oldu. TEKEL eylemi, Zonguldak madenci direnişi, ‘89 bahar eylemleri ve diğer direnişler; her biri gerçekleştikleri koşullara ve sınıf güç ilişkilerinin güncel ‘özgün’ durumuna bağlı olan etki ve sonuçlar doğurdular. Bunların her birinin etkileri ve bu direnişleri bizzat gerçekleştiren işçiler başta olmak üzere,  emekçilerin kazanımları yönünden farklı özelliklerinden söz edilebilir. TEKEL direnişi, örneğin hareketin istikrarsızlığı ve fakat kriz koşullarının da etkisiyle sermaye ve hükümetinin politikalarına yaygın tepkilerin giderek yükselmekte olduğu bir dönemde ortayı çıkma ve 78 gün gibi kısa sayılamayacak bir süredir kararlılıkla sürdürülmesiyle dikkat çekicidir. TEKEL direnişçileri, kuşku yok ki işçi sınıfının küçük bir parçasını oluşturuyorlar.
 Ancak, eylemleriyle iki sınıf ve onların örgütlerinin açık-seçik karşı karşıya gelişini sağladılar. İşçi sınıfı ve emekçilerin bu ‘bir bölüğü’, eylemiyle toplum ve her bir sınıfı üzerinde, hesaba katılması gereken etkiler bırakırken, sömürülen ve baskı altında tutulan emekçilerin genel bir direnişi aracıyla sermaye güçlerinin püskürtülerek hakların elde edilebileceği hakkında daha net fikirlerin oluşmasını sağladı. TEKEL işçilerin eylemi, kent ve kırın emekçilerine, kendilerine yönelen saldırılara karşı koyuş olmaksızın, kazanılmış hakları korumanın, haklarda ve yaşam koşullarında iyileştirme sağlamanın olanaksız olduğunu, hükümetin dirençli tutumu üzerinden yeniden gösterdi. Bu direniş, iş, ekmek  ve özgürlükler sorununun birbirinden ayrılamayacağını göstermekle kalmadı, sömürülen ve sömüren sınıflar arasındaki çıkar karşıtlığını ve uzlaşmaz çelişkiyi, hükümetin, polisin, kimi üniversite yönetimlerinin politikaları ve eylemleri üzerinden yeniden ortaya koyarak, “Sınıf mücadelesi ve sınıfsal kavramların geçersizleştiği” yönündeki şarlatan lafazanlığa somut bir cevap da oldu. “Toplumsal barış” ve “Hepimiz bir aileyiz”, gevezeliğinin, kapitalist sınıf hakimiyetini sürdürme ve işçi ve emekçilerin emek gücüyle yaratılan değerlerin azınlık bir kesim için mal-mülk ve zevk aracı kılınması politikalarını örtme amaçlı olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bu direnişe karşı, işbirlikçi tekelci sermaye ve AKP  hükümeti cephesinden geliştirilen tutum, işçinin, piyasanın acımasız işleyişi ve kuralları içinde posası çıkarılıp atılacak bir nesne olarak görüldüğünü gösterdi. İşçinin işçi olarak kalmak için dahi mücadele etmek zorunda olduğu bu sistemin para, kar ve serveti tanrılaştırdığını; insanı da onun kulu olarak aldığını bir kez daha gördük. İşçiler, kimi ölen çocuğunu, kimi babası ve annesini toprağa verip ekmek ve iş kavgasını sürdürme zorunluluğuyla Ankara’yı bir direniş mevzisine dönüştürürlerken, Başbakan ve silahlı-silahsız “adamları”, direnişi, işçilerin işsizlikle ve açlıkla terbiye edilmesi üzerinden bitirmenin manevralarıyla meşgul oldular.
Direniş halkın geniş kesimlerinin duygusal; küçümsenemez bir kesiminin ise pratik-fiili maddi desteğini kazandı. 80’lik yaşlılar işçilere gıda maddeleri götürdüler. İlkokul çocukları aralarında topladıkları paraları, kimi üniversite öğrencileri burs paralarından bir bölümünü ilettiler. Küçük esnaf işyerlerini konaklamaya açıp gıda yardımında bulundu. Birçok işletme ve fabrikadan işçi ve emekçi direnişlerle ve direniş meydanına giderek destek verdi, vb.
(1546 okuma)  (Devamı... )

TEKEL DİRENİŞİ VE SINIF BİLİNCİ
İşçi Memur
İşçi ve  emekçilerin sınıf çıkarlarının sermayenin çıkarları ile çakışmadığı, aksine; temelden çatıştığı gün gibi ortada olmasına rağmen, bu durumun işçi ve emekçiler tarafından algılanması, dışarıdan görüldüğü kadar kolay ve basit değildir. Kapitalist sistemin özünü emeğin üretim sürecindeki sömürüsü oluştursa da, bu durum sadece ekonomik açıdan değil, tüm bireysel ve toplumsal algılama ve düşünce sistemleri açısından da geçerlidir.
İçinde bulunduğu sömürü koşulları altında milyonlarca işçi ve  emekçi, yaşamın en acı gerçekleri bir gün yüzüne çarpana kadar, çoğu zaman kendisini sömürenlerle benzer ya da onlara yakın düşüncelere sahip olabilir. Bu durumu en iyi anlatan “emekçi gibi yaşayıp patron gibi düşünmek” ifadesidir. Kendi içinde böylesine çelişik bir durumda hem fiziken , hem de düşünsel olarak sömürülen geniş kitleler, her hangi bir alanda yaşanan olumsuzluklar çıkarlarıyla açıkça çatışmadığı sürece, kendi dışında yaşanan olumsuzlukları  “olağan” olarak algılayıp, karşı çıkma ihtiyacı hissetmezler.
 Kapitalizm, geçmiş tarihsel birikiminden ve sınıf mücadelesi içinde edindiği deneyimlerden aldığı güçle, emekçilerin sahip olduğu her türlü hakkı ve güvenceyi ( İş güvencesi, sigorta, sendikal örgütlülük, sağlık, eğitim vb.) yok ederek ilerlemeye çalışıyor. Ancak bunu yaparken, herkesi toplu halde karşısına almamak için kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesinde olduğu gibi, adım adım ilerliyor. Bugüne kadar bu tür adımlara karşı gerçekleşen direnişler ya da karşı koyuşlar, genellikle sırası gelenlerin tepkileri şeklinde ortaya çıkıyordu. TEKEL işçilerinin direnişi de benzer bir içerikte başladı. Fakat bugün gelinen noktada, işçi sınıfının mücadelesi açısından çok daha farklı sonuçlar ortaya çıktı. Hükümetin, TEKEL işçilerini 4-c gibi mutlak köleliğe ve itaate zorlayan bir çalışma biçimine razı etmeye çalışması, bugün TEKEL direnişini hiç kimsenin tahmin edemeyeceği önemli bir aşamaya getirdi.
İşçi sınıfının genel talepleri (sendika, sigorta, 8 saatlik iş günü, iş güvencesi vb.) ve bu taleplerin alt başlığını oluşturan acil talepler ( 4-c’nin kaldırılması, işten atmaların yasaklanması, taşeron uygulamasına son verilmesi vb.), kendiliğinden işçi ve emekçi sınıfların mücadele ve eylemlerini birleştiren bir rol oynuyor. Bugünün acil talepleri, aynı zamanda sınıf mücadelesinin güçlenmesini ve emekçilerin bir sınıf olarak örgütlenmesini kolaylaştıran talepler olarak dikkat çekiyor. TEKEL işçilerinin acil talepleri, sendikasız ve güvencesiz çalışmaya mahkum edilmeye çalışılan milyonlarca  işçi sınıfının talebi durumunda.
Geçmişte yaşanan örneklerden hareketle, işçiler arasındaki birliği bozmayı amaçlayan girişimler, önümüzdeki süreçte  içinde daha da yoğunlaşacaktır. Bugüne kadar bütün zorlukları aşarak bugünlere kadar gelmiş olan TEKEL direnişinde,  bundan sonra yaşanacak gelişmeler, hem kararlılıkla direnen işçiler açısından hem de bu kararlılığı anlamakta hala güçlük çekenler açısından,  gelecekte pek çok şeyin geçmişe göre çok daha farklı olacağını gösteriyor. TEKEL direnişinin, bu yönüyle  sendikalar ve demokratik kurumlar için de büyük bir sınav olduğunu söylemeye gerek yok.
(1422 okuma)  (Devamı... )

AKP HÜKÜMETİ EMEKÇİLERE KAŞIKLA VERDİĞİNİ KEPÇEYLE GERİ ALIYOR
İşçi Memur
Açlık sınırı 812 liraya yükseldi. Merkez Bankası, 2010 enflasyon tahminini yükseltti. Ücret ve maaşlardaki artışlar eridi. Nüfus hızla artıyor, işsizlik kol geziyor.
Türk-İş, ocak ayında açlık sınırının 812 TL, yoksulluk sınırının ise 2 bin 644 TL’ye yükseldiğini açıkladı. Asgari ücret ise 577 TL. AKP hükümeti bitmek bilmeyen yeni zamlar ve vergilerle işçilere ve emekçilere verdiği ücret artışını, kepçeyle geri aldı.
Nitekim Türk-İş, yeni yılda yapılan zamlara ve enflasyon oranlarına dikkat çekerek, çalışanların ücretlerine yapılan artışın zamlarla geri alındığını belirtti.
Türk-İş’in hazırladığı Ocak 2010 açlık ve yoksulluk sınırı açıklandı. Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için Ocak 2010 ayı itibariyle en az 812 liraya ihtiyacı olduğunu ortaya koyan Türk-İş’in konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Sadece gıda harcaması için altı ay öncesine göre 74 lira daha fazla harcama yapılması gerekmektedir” denildi. Gıda harcamalarının dışında, insanların giyim, konut, ulaşım, eğitim ve sağlık gibi diğer zorunlu harcamaları olduğuna dikkat çekilen açıklamada, 2010 yılının ilk ayında “insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi için” en az 2 bin 644 liraya ihtiyaç olduğu kaydedildi. Ücret-maaş artışlarına yapıla cüzi artışlar, peş peşe yapılan yeni  zamlarla bir bir geri alındığına vurgu yapılan açıklamada, emekçilere “kaşıkla verilip kepçeyle alınan” bir ücret politikasının reva görüldüğü dile getirildi. Açlık ve yoksulluk sınırıyla birlikte gıda ürünleri artışlarına da dikkat çekilen açıklamada, süt, yoğurt ve peynir grubundaki bütün ürünlerin fiyatlarının Ocak 2010 itibariyle arttığı ifade edildi. Et ve balık fiyatlarında genel bir artış olduğu vurgulanan açıklamada, “Özellikle ocak ayının son haftasında havaların soğumasıyla birlikte meyve-sebze fiyatlarındaki artış mutfak harcamasını olumsuz etkiledi” denildi. Açıklamada ayrıca, ortalama meyve fiyat artışının 3.2 olarak gerçekleştiği bildirildi.
MERKEZ Bankası, enflasyon hedefini sigara, alkol ve petrol ürünlerindeki ÖTV artışları ve petrol fiyatlarındaki yükselişine bağlı olarak yukarı yönlü güncelledi. Merkez Bankası 2010 enflasyon tahminini yüzde 6.9’a yükseltti. Memur maaşlarındaki yüzde 2.5 + 2.5 oranındaki artışları enflasyonla savunan hükümetin Merkez Bankası’nın yeni öngörüsü üzerine her hangi bir açıklama yapmamsıda AKP hükümetinin halk düşmanı politikalarını orta koyuyor. Dahası enflasyon artıp, yoksulluk derinleşirken işçilerin ve emekçilerin ücret ve maaşları olduğu yerde saymaya devam ediyor.
Merkez Bankası, 2010 yılının ilk enflasyon raporunda, 2010 yılı sonu enflasyon hedefini yüzde 70 olasılıkla orta noktasının yüzde 6.9 olmak üzere yüzde 5.5 ile yüzde 8.3 aralığında olacağını öngördü. Merkez Bankası, 2011 yılı sonunda enflasyonun orta noktasının yüzde 5.2 olmak üzere yüzde 3.4 ile 7 arasında, 2012 yılı sonunda ise yüzde 4.9 olacağını hedefledi.
(1506 okuma)  (Devamı... )
Halkın Birliği
BELLEK
Sitemize Hit
 
PHP-Nuke
Sayfa Ьretimi: 0.07 Saniye