 |
|
LOZAN ANLAŞMASI KÜRT ULUSUNUN ULUSAL HAKLARININ GASPIDIR

Lozan Antlaşmasının 87. yıl dönümü çeşitli etkinliklerle kutlandı. Yine devlet erkanı, Atatürkçü Düşünce Derneği, CHP, ve Kemalist aydınlar hemen tümü aynı içerikli açıklamalarla Lozan Antlaşması’nı bağımsızlık ve özgürlüğün sembolü olarak propaganda ederek, gerçekleri çarpıtmaya devam ettiler. İddia edildiği gibi Lozan Anlaşması Türk, Kürt, Çerkez, Laz ve diğer halkların bağımsızlığını ve özgürlüğünü ilan eden ve bunu pratiğe süren bir anlaşma değildir. Lozan Antlaşması, emperyalistlerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş ve Kürt ulusunun ulusal haklarının yok sayıldığı ve Kürdistan’ın ikinci kez bölünerek en büyük bölümünün Türkiye sınırlarına dahil edilerek, Kürdistan’ın masa başında emperyalistlerin istemlerine göre parçalanmasının ifadesidir. Bu bakımdan Kemalistlerin iddia ettikleri gibi Lozan Antlaşması bağımsızlığın ve özgürlüğün tescili değil, emperyalistlerin istemleri doğrultusunda yeni TC devletine verilmiş bir destektir. Daha da önemlisi emperyalist güçlerce -İngiltere ve Fransa- Lozan Antlaşması stratejik bir öneme sahip Kürdistan’ın bölünüp, parçalanması ve zengin petrol yataklarının bu yolla denetim altında tutulmasıdır. Bilindiği gibi 1919’da İstanbul’unda işgaliyle Türkiye ( Osmanlı ) bütünüyle emperyalistlerce işgal edildi. Bir yandan İngilizler, diğer yandan Fransız ve İtalyanlar, yine İtalyanların desteğiyle, Yunanlıların işgaliyle Türkiye emperyalist işgale uğramıştı. Emperyalizmin işgaline karşı başlayan Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesi, başta Kürt halkı olmak üzere diğer halkların da desteğiyle 1922 yılında zafere kavuştu. 20 Kasım 1922’de Lozan görüşmeleri başladı. İnönü Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olduğunu iddia ettiği, M. Kemal’in 24 Ocak 1923’de “Kürtlere muhtariyet verilecektir” dedi€i meclise milli kıyafetlerle gelmeleri istenen Kürt milletvekillere “biz Türklerden ayrılmak istemiyoruz” telgrafların çekildiği sürecin ardından 23 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması Kürdistan’ı bugünkü İran, Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde dört parçaya ayırdı. Lozan Antlaşması, 1919’da Paris’te, İngiltere, Fransa ve Amerika arasında varılan anlaşmanın bir biçimde tekrarından ibaretti. Tek fark bu anlaşmada Ermeni devleti hedefinin öldürülmesi ve Kuzey Kürdistan’ın parçalanmasında Amerika’nın yerini yeni TC’nin almasıdır. Lozan Antlaşması’na M. Kemal’in temsilcileri İnönü, Kürtleri’de temsilen katıldığını iddia ediyor ve onlara muhtariyet hakkı tanınacağını söylüyordu. Nitekim Lozan Antlaşması’nın 38. maddesinde “ Türk hükümeti bütün Türkiyelilerin (Türkiye sakinlerinin) doğum, millet, ırk ve din farkı gözetmeksizin hayatlarını ve hürriyetlerini korumak için de taahhüt eder” ve devamla anlaşmanın 39. maddesinde “Her Türk vatandaşının, gerek hususi ve ticari münasebetlerde gerekse din, basın veya her çeşit yayınlarda ve gerek umumi toplantılarda, herhangi bir dili, hür olarak kullanmasını kısıtlayacak hiç bir kanun çıkarılmayacaktır” diyorsa da, Kürtler bu kırıntılardan hiç yararlanmadıkları gibi, 1924’de Kürtçenin yasaklanması, M. Kemal’in Kürt sorununa ve Kürt halkına karşı nasıl eşitçe bir davranış çizgisi içinde hareket ettiğini de ortaya koyuyordu. M. Kemal Lozan Antlaşması’yla bağımsızlığı ve özgürlüğü kazanmadı, ama Kürt ulusu ulusal hak ve istemlerini kan ve barutla ezerek, bölüp parçalayarak ve zorla kendisine bağlamasını başardı. Bilindiği üzere M. Kemal güçte olsa anti-emperyalist bir mücadele sonucu, emperyalist işgale son vererek TC’yi ilan etti. Fakat İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle el altında anlaşan M. Kemal ekonomik olarak emperyalist zincirin dışına çıkmayı başaramadı. Osmanlılardan kalan emperyalist borçları M. Kemal’in yeni Türk cumhuriyeti ödemeyi kabul etti ve yine var olan az sayıdaki sanayi tesisleri ve işletmeleri Fransız, İngiliz ve Alman emperyalistleri işletmeye devam ettiler. M. Kemal önderli€indeki Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi politik olarak işgale son vererek yeni Türk cumhuriyetini ilan etmişti. Fakat ekonomik olarak emperyalist ekonomik zincirin dışına çıkmayı başaramamıştı. Türk ulusal burjuvazinin önderliğinde gelişen bu ulusal kurtuluş hareketi, her şeyiyle emperyalizmi ülkeden söküp atmayı hedeflemiyordu. Nitekim TC’nin ilanıyla sınırlı emperyalistlerle el altında uzlaşan yeni Türk cumhuriyeti, Türk ve Kürt ulusu ve diğer ulusal azınlıktan milyonlarca işçi ve emekçinin bağımsızlık ve özgürlük düşünü gerçekleştirmiyordu.
|
(14157 okuma)
(Devamı... )
|
SARI SENDİKALARI TANIYALIM VE MÜCADE EDELİM

Tekel direnişi ve eylemin sürdürülmesi ve bitirilişi işçi hareketine egemen olan sarı sendikacılığı yeniden sorgulamayı güncel hale getirdi. Biliyoruz ki, her sendika işçinin haklarını korumaz. Ülkemizde sözde sendikaların işçiden yana gözükmelerinin ardında sahnelenen oyunları saymakla bitmez. Patronların sömürüsüne karşı olduklarını söyleyen Türk-İş, Hak-İŞ,DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen vb. gibi sendikalar başına çöreklenmiş olan sendika ağaları sayesinde, emeğin hakkını koruma düşünceleri ve bunun için mücadele bir yana sermaye ve patronlarla işbirliği içinde hareket ederek sınıfı sisteme bağlamaktadırlar. Patronlara uşaklık eden sendika ağaları, burjuvaların ağzında konuşmaktan geri kalmayarak, bir çok işyerinde greve çıkılmasını engellerken, türlü bahanelerle oyalama taktiği izlemekten geri kalmamaktadırlar. Bu sayede de ceplerini doldurmak için habire çaba göstermektedirler. Grev silahını iyi bir şekilde kullanmaktan yoksun olan bu sendika ağaları işten, atma ve özelleştirme karşısında aciz kalmaktadırlar. Rakip sınıf işbirlikçisi sendikaları eleştirmekten çok, işçiler arasında dedikodu ve bölgesel ayrımcılığı körükleyerek, bölüp parçalamaya çalışırlar. Sarı sendikalar patronlara yaranmak işyerlerince kurulmuş ya da patronlar tarafından satın alınmıştırlar. Patronların sınıf içinde ajanları olan bu sendikalar, düzmece fişlerle yetki alırlar. Patronların içinde bulundukları güçlükleri gerekçe göstererek, işçileri aldatıp, uzun süreli düşük sözleşme imzalarlar. Bir iki göstermelik grev ve eylemle yasak savarak bütün bunların karşılığında patronlardan ve emperyalist tekellerden gizlice yardım alırlar. İşçi aidatlarını kendi çıkarları için kullanırlar. Bol aylıklı, şık giyimli, lüks otomobilli, sekreterli, işçiden kopuk yaşam süren bu sendika bürokratları, sendika ağalarının baş görevleri ise iktidarla ve hükümetle uyumlu ilişkiler kurarak, sınıfı düzene bağlamaktır. Zira bu kişiler sendikaların nimetlerini bakanlık kapılarında sağlarlar. Hükümetlerin sık sık değişeceğini bildiklerinden bütün burjuva düzen partileri ve ordu ile iyi geçinirler. Bunun tabi sonucu olarak da "partiler üstü" bir politika izlediklerini iddia ederek işçi sınıfını aldatmaya çalışırlar.Sarı sendikacılar her zaman kendi çıkarlarına aykırı olduğundan devrimci sınıf sendikalarına karşıdırlar. Sınıf sendikalarının rakibi olan sarı sendikalar, sendikal enflasyonu önlüyoruz, daha güçlü sendikalar yaratıyoruz devrimci sendika mücadele istemini yok etmeye çalışıyorlar. İşçiyi daima aidat ödeyen kafa sayısı olarak gördüklerinden, bilinçlenip uyanmasını istemezler. Onları sadece kendi uşakları olabilecek bir kaç işçi temsilcisine eğitim kursları açarlar veya sözde işçiler için açtıkları bu eğitim seminerleri, gerçeklerden, güncel sorunlardan, işçi sınıfının biliminden uzak saçma-sapan soyut, burjuvaziye hizmet edecek şekilde, sinsi, çapraşık, dolambaçlı, uyutma politikasına yöneliktir. Bu seminerlerde soru soran her şeyi öğrenmek isteyen işçiyi susturup, susturamadıklarını ise patron vasıtasıyla işten artırır.İşyeri temsilcilerini kendi adamlarından seçerler ve onları kendilerine göre eğitip, diğer işçilere karşı kullanırlar. Özgürlük çığlıkları atarak kendi bünyesindeki işçileri baskı altında tutarlar. Sendikalarına üye kaydı olan işçilere imzalattıkları üye kayıt fişlerinin altına işçinin istediği anda ayrılmayacağı maddeler koyarak onları taahüt altına sokarlar. İşçiler başka sendikaya geçmek istedikleri anda ondan bu taahütünü yerine getirmesini isteyerek bunu bir silah olarak kullanırlar. Bazende sorumluluktan kaçmak için toplu sözleşme yapma yetkilerini diğer bir şubeye devrederek, düşük ücretle imzaladıkları sözleşmeyi mazur göstermeye çalışırlar. Egemen sınıflar işçi sınıfını sarı sendika çemberi içinde köleleştirmek ister. İşçiler ise bu sarı veya sahte devrimci sendika çemberini parçalamadan haklarını alamazlar.İşçilerin bilinçlenmesinden korkan burjuva sendikacıları ve sözde devrimci gerçekte ise reformist olan sendika ağalarını tanımak ve herkese tanıtmak sınıf sendikalarını yaratmak bakımından olduğu gibi patronlara karşıda sınıf hareketini tutarlı bir çizgide ilerletmek bakımından da büyük önem taşımaktadır. Patronlara karşı sınıf savaşımında işçi sınıf savaşımında işçi sınıfının davasına ihanet eden TÜRK-İŞ, HAK-İŞ vb. gibi sendikaların başına çöreklenmiş olan sendika ağa ve bürokratlarının sarı ve sahte devrimci yüzleri her adımda açığa çıkarılarak teşhir edilmelidir. Bu ağaların sınıftan kopuk lüks içinde yaşamları ve gayri meşru elde ettikleri mal vardıkları açığa serilerek, işçi sınıfı davasına hizmet eden mücadeleci sendikacı kuşak yetiştirilmelidir. Komünist hareket fabrika çalışması ile sendikal çalışmayı koordineli bir şekilde birleştirmede istenilen düzeyi tutturamamıştır. Sendikal çalışmanın temel unsurlarından olan sendikal alanda uzmanlaşmış komünist kadroların sayısının özel bir çalışmayla ileri boyuta sıçratılamaması devrimci sendikal faaliyeti ayakları üzerinde oturtmada ve devrimci işçi muhalefetini geliştirmede yetersiz kalmıştır. Buda sarı ve sahte devrimci sendika ağalarının sınıf işbirlikçisi yüzlerinin açığa çıkarılarak sınıf hareketi üzerindeki etkilerinin kırılmasını zayıflatıcı olmuştur. Çünkü işçilerin başta gelen görevi sarı ve sözde devrimci geçinen sendika zihniyetine karşı birlikte ve kararlı bir mücadele yürütmektir. Bu alanda yürütülecek sabırlı ve ilkeli bir mücadele ile kazanılan mevziler genişletilecek ve sınıf bilinçli işçiler karşısında sarı sendika ve sözde devrimci geçinen sendika ağalığı mahkum edilecektir. Sarı sendikacılara karşı mücadele yolları: işçi sınıfının devrimci sınıf ideolojisini, kararlı bir şekilde faşist ve gerici burjuva ideolojisinin karşısına çıkarmak, "milliyetçiliğin ve şövenizmin", "endüstriel barışın", "sınıflararası uyum ve sınıf mücadelesinin tasviyesi" vb. fikirlerinin maskelerinin düşürülmesi ve açığa çıkarılması, reformizmin bütün biçimlerinin teşhir edilmesi. Faşizmin sendikal hareketin yıkıcısı ve mezar kazıcısı olduğunun gösterilmesi, faşizmin savaş kışkırtıcılığı taşıyıcı özü olduğu gibi açığa serilmesi. Sendika örgütlerinin sağlamlaştırılması, örgütsüz işçi kitlelerine örgütlenmeleri için çağrı yapılması. Reformist, milliyetçi, bağımsız ve diğer sendikaların tabanındaki bilinçli unsurların ortak eylem ve mücadele amacıyla güçlendirilmesi, işsizlerin hareketinin örgütlenmesi ve bu hareketlerin sendika örgütlerinin eylemleriyle bağlantı sağlanması. Tarım işçilerinin örgütlenmesi, ücretlerin artması, iş gününün kısaltılması, iş güvenliği sendika kurma özgürlüğü ve grev hakkının tam anlamıyla sağlanması için kampanyalar örgütlenmesi, kitle eylemleri düzenlemesi, grevler örgütlenmesi çok önem taşımaktadır. İşçi kitlelerinin faşizmin ve reformizmin karşısına, sınıfın acil istem ve taleplerinin çıkarılması ve faşizmin burjuva iki yüzlülüğünün teşhir edilmesi .Mücadele içinde ki işçilere diğer şehir ve tarım işçilerinin maddi ve manevi desteğinin sağlanması, grev kırıcılarına ve faşist saldırganlığa karşı savunmanın örgütlenmesi, grevlerin ve direnişlerin korunması. İşveren ajanlarının işyerlerinde açığa çıkarılarak teşhir edilip yalnız bırakılmalarının sağlanması.
|
(1705 okuma)
(Devamı... )
|
ALEVİLERİ EHLİLEŞTİRME AMAÇLI ALEVİ KURULTAYLARI FİYASKOYLA SONUÇLANDI

AKP hükümetinin Alevi açılımı çerçevesinde 2008 yılında başlattığı kurultaylar serisi tamamlandı ve hazırlanan rapor, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sunuldu. Kürt, Ermeni vb. Açılımı gibi Alevi açılımının da sahte ve Alevi hareketini AKP’ye bağlama amaçlı olduğu kısa zamanda açığa çıkmıştı. Ne ki kurultaylar sonunda hazırlanacak ve bir anlamda AKP hükümeti için yol haritası niteliğini taşıyacak raporda, Alevilerin sorunlarına gerçekten çözüm bulmaktan uzak bir yaklaşım sergileneceği ve kurultayların Aleviler için devletin bir tuzağı olduğunu vurgulamış ve kurultayları Alevi derneklerinin protesto ederek katılmamaları gerektiğini vurgulamıştık. Gelinen aşamada açıklanan raporun içeriği, hiçte şaşırtıcı değildi. Önraporda ifadesini bulan ve çözüm gibi gösterilen üstelik 7. Çalıştay da uzlaşma ile çıktığı iddia edilen öneriler de, Alevilerin asimilasyonunu hedefleyen, insan hak ve özgürlüklerinin sınırını Diyanet İşleri Başkanlığında cisimleşen ve devlet yönetiminin her aşamasında kendini hissettiren “ Sünni egemen devlet” başladığı yerde bitiren, tamamen Sünni bakış açısının egemenliğinin ürünüdür. Raporun içeriğinden de görüldüğü gibi Aleviler, Alevi Kurultayın’ında “bütün inanç ve mezheplere eşit mesafede durması gereken” bir devletin hükümeti ile değil, yönetim erkini elinde tutan sünni ulema ile oturmuş gibidirler ve rapor da doğal olarak sünni mezhebin egemen zihniyet dünyasını yansıtmaktadır. Zaten, AKP hükümeti daha kurultaylar serisini başlatmadan önce bir yol haritası belirlemiş, sonra bu yol haritasına uzlaşma kılıfı giydirerek, Türkiye’de milyonlarca Aleviye sorunların çözüleceği aldatmacası ile yanaşmıştır. Raporun içeriğine hakim olan sünni egemen mezhebin bakış açısının ve güvenlik konseptinin izlerine bolca rastlanmaktadır. “Aleviliği çerçevelendirme sorunları” başlığı altında görüldüğü gibi Alevilik tanımlanmış, laikliğe aykırı Diyanet İşleri Başkanlığı’na dokunulmamış tam tersine sahte laiklik uygulamasına Aleviler de ortak edilmek istenmiştir. “Katılımcılar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın tüm yorumlarını da içine alacak şekilde orta ve uzun vadede özerk bir yapıya kavuşması gerektiğini vurgulamışlardır” denilerek, aslında hiç de olmayan bir uzlaşma varmış gibi gösterilmiş, hükümet, sünni kesimi kamu olanaklarıyla finanse etme uygulamasını güya Alevileri de sisteme dahil ederek güvenceye almak istemiştir. Zorunlu din dersleriyle ilgili sunulan öneriler de mevcut uygulamanın sonuçlarını daha da ağırlaştıracak niteliktedir. Raporda, mevcut durumda halen uygulamalı din eğitimi olan “din kültürü ve ahlak bilgisi” öğretimine devam edilmesi istenilmekte, bu derse ilave olarak “yeni bir alanın” devreye sokulabileceği belirtilerek bu yeni alan “isteğe bağlı din eğitiminin verilmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Yani hükümet, Alevi çocukları için asimilasyon aracı ve sistematik işkenceye dönüşmüş olan uygulamayı artırarak iki din dersi önermektedir ki, bu asla kabul edilemez. Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesine ilişkin talebin “tehlikeli bulunması” ise başlı başına feci bir bakış açısıdır. Binanın yıkılarak parka dönüştürülmesi önerisi AKP hükümetinin Sivas katliamını hafızalardan silme, unutturma düşüncesinin bir ürünüdür. Sivas’ı unutturmanın bir parçası olarak Madımak Oteli’nin yıkılması istenilmektedir. Biz biliyoruz ki, o bina yıkıldığında, parka dönüştürüldüğünde birkaç yıl sonra o parkın adı da belediye meclis kararlarıyla değiştirilecek, böylece katliamın izi yok edilmiş olacaktır. Raporda, “dedeliği, yeni koşulları da dikkate alan bir düzenek içinde “ihya edecek” özgün bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çerçevede eğitim kurumları yeniden inşa edilebilir” denilerek, dedelerin eğitimine vurgu yapılmaktadır. Ancak aynı raporda “Alevi toplumundaki rolleri bilinmekle beraber yasalar dedeliğin misyonunun sürdürülmesine izin vermemektedir” ifadesi kullanılmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, hükümet işine geldiği zaman yasaların arkasına sığınmaktadır. Aslında burada kastedilen yasaların izin vermediği değil, sünni bakış açısının yasakladığı durumdur. Tıpkı cemevi-cami değerlendirmelerinde olduğu gibi, cemevinin ibadet yeri olmadığına dair iddia gibi, dede de Alevilerin inanç önderi olarak kabul edilmediği için yasaların yasak dairesine rahatlıkla sokulmaktadır. Bu hükümetin zihniyetinde Alevi dedesi olamaz, devletten maaş alan imamlaşmış bir dede makbuldür. Raporun sünni ulemanın bakış açısıyla yazıldığının en kuvvetleri bölümlerinden biri de cemevleriyle ilgili olan bölümdür. Raporda “Cemevlerinin bir statüye kavuşturulması konusunda herhangi bir görüş ayrılığı olmamıştır. Ancak bu mekânların birer ibadethane olarak tanımlanması konusunda Alevi olmayan katılımcılar da kaygılarını ifade etmişlerdir” denilmektedir. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi cemevleriyle ilgili tanımlama, onun işlevine ilişkin değerlendirmede fikri dikkate alınan taraf Aleviler değil, Alevi olmayanlardır. Yani, devlet ve AKP hükümeti sünni ulema Alevilerin ibadet yeri cemevlerinin niteliğine karar verme hakkını kendilerinde bulmaktadırlar. Nitekim rapora hakim anlayışın, Başbakanın milletvekilleri ile yaptığı görüşmede kendi milletvekillerine " Cemevleri ibadethane olamaz" diye çıkışan anlayış olduğunu göstermektedir. Aslında Alevi kurultayları Alevileri AKP’ye yedeklemek, Aleviliği de sünnilik içinde asimile etmek amaçlıydı ve haliyle önerilerin Alevilerin sorunlarına çözüm olamayacağı gibi dahada derinleştireceğini göstermektedir. Raporun uzlaşma ürünü olarak değerlendirilmesi de koskoca bir yalandır. Olsa olsa ortada AKP yandaşı alevi toplumunun inançsal, duygusal, düşünsel ve siyasi dünyasından kopmuş sözde alevi kuruluşlarının bir uzlaşısı vardır.
|
(1467 okuma)
(Devamı... )
|
EGEMENLİK MÜCADELESİ VE ASİMETRİK SAVAŞ PALAVRALARI

ABD emperyalizmi TC devletini kendi emperyalist politikalarına kayıtsız koşulsuz destek olması için dizayn ederken bir dediğini iki yapmayan AKP hükümetine destek olup generaller ve etrafında kümelenen güçleri dize getirmek ve tümüyle teslim almak için yoğun bir çaba gösteriyor. AKP ile başını generallerin çektiği ve politik iktidar ipini elinde tutan asker ve üst bürokrasi kliği arasındaki bilek güreşi değişik biçimler altında sürüyor. Kah uzlaşma kah bir birinin gözünü oyma şeklinde süren bu mücadele işçi ve emekçileri çözüm bekleyen temel sorunlarından uzak tutmada önemli aldatıcı işlev görüyor. Hemen her gün bir AKP hükümetini yıkmaya yönelik hazırlanan komplo planıyla gündem değişiyor. ABD merkezli bu komplo planlarında AKP mağduru oynayarak gerçekler gizlenmeye çalışılıyor. Darbelerden Erdoğan’a-Arınç’a suikastlara kadar hergün AKP hükümetini yıkma amaçlı örgütlenmeler açığa çıkarılıyor ve failleri açıklanıyor ve ihbarlar bir birini kovalıyor. Bir kere gerçeğin görülmesi gerekiyor ki, ordunun darbe yapmasını gerektiren politik koşullar olmadığı gibi sistemi tehdit eden yakın bir devrim tehlikesi de yoktur. Yeni bir darbe için devrimci kitle hareketi ve devrimci bir krizin olması gerekiyor. Mevcut halde zaten generaller politik iktidar ipini ellerinde tutuyorlar. Böylesi bir ortamda generallerin kendi bindikleri dalı kesmek için yeni bir darbe yapma gereksinimleri gerçekçi olamaz. İkincisi AKP hükümeti iktidarı ele geçirecek durumda değildir ve parlamento da çoğunluk olarak Türkiye de iktidar olmak anlamını da gelmiyor. Devlette egemen olmak için devletin temel iki temel kurumu olan ordu ve üst bürokrasinin ele geçirilmesi gerekiyor. İşte bu nedenledir ki , ABD emperyalizmi küreselleşmeye ayak uydurmada sorun yaşayan statükocu kliği darbeleyerek AKP’nin önünü açarak TC devletini her bakımdan ABD’nin savaş arabasına bağlamak istiyor. Sıklıkla AKP’ye karşı darbe, suikast vb. ihbarlarının artması ve bu ihbarlarının kaynağının tespit edilememesi Generallerin başını çektiği klikle AKP ve etrafında kümelenen klik arsında yoğun bir güç mücadelesi yaşandığı gösteriyor. Nitekim Özel Kuvvetlere bağlı iki subayın Başbakan Yardımcısı Arınç’a suikast yapacakları yönlü ihbarda bulunulması ve iki subayın gözaltına alınması ve ardından Özel Kuvvetler Komutanlığının merkezinin günlerce aramaya tabi tutulması , iki klik arasında süren kirli savaşın geldiği boyutu gösteriyordu. Genelkurmay iki subayın gözaltına alınması ve ardından Özel Kuvvetler Komutanlığının aranması nedeniyle bilindik açıklamalar yapmaktan geri kalmadı: “TSK’ya karşı asimetrik psikolojik savaş yürütülüyor!” Söz konusu ihbarın ABD’den yapılmış olmasını, TSK’nın yıpratılmaya çalışılmasının kanıtı olarak gösteriyorlar. Peki, bunların hepsinin doğru olduğunu kabul etmiş olsak bile, sormak gerekiyor Özel Kuvvetler Komutanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu’nun önceli olan ‘Özel Harp Dairesi’ ne zaman ve nasıl kuruldu? Özel Harp Dairesi, Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından sonra oluşturuldu ve burada çalışan subaylar ABD’de eğitildi. Bunlar, TSK’nın ‘gayri nizami harp’ten sorumlu birlikleri. Üstelik 2008’de Genelkurmay’ın, gayri nizami harpten sorumlu ‘Seferberlik Bölge Başkanlıkları’nı 12’den 24’e çıkarma kararı aldığı ve mevcut ‘düşman’ tanımının kapsamını genişlettiği yönünde haberler de basında yer almıştı. Yani, ihbarın ABD’den yapılması asılsızlığını değil, derin ilişkileri göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Nihayetinde yakalanan subaylarda Arınç’ın adresinin ne aradığı ve bunlar yakalandıktan sonra o kağıdın neden imha edilmeye çalışıldığı soruları hala yanıtsız. Bu işi ABD’nin kendiside örgütlemiş olmaz mı. Bütün bunlar olanak dışı olan şeyler değildir. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından sonra ‘Özel Harp Dairesi’ adıyla oluşturulan ‘kontrgerilla’ örgütlenmesi, bugün ‘Seferberlik Tetkik Kurulu’ üzerinden yürütülüyor. Bu yüzden Arınç olayından sonra, Özel Kuvvetler’in Seferberlik Dairesi Ankara Bölge Müdürlüğü’nün özel yetkili savcı tarafından aranmasıyla ülkenin karanlık geçmişine ait birçok olayın aydınlanabileceği beklentisi ortaya çıkmıştı. Ama bu gelişmelerle eş zamanlı olarak Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Başbuğla iki kez içeriği açıklanmayan bir görüşmeler yaptı ve Erdoğan kurumları bir birine karşıymış gibi göstermeyin diyerek orduyla hükümetin uyum içinde olduğunu açıklıyordu. Yani Erdoğan-Başbuğ arasında yapılan bu görüşmelerin ardından özel harpçi Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun “mükemmel bir organizasyon” olarak açıkladığı 6-7 Eylül olaylarından 1 Mayıs 1977’e, 1978 Maraş olaylarından darbelere ve Bölge’de 25 yıl sürdürülen özel savaşta yaşanan binlerce kayıp, cinayet ve katliama kadar ülke egemenlerinin gizli tarihinin sayfalarının ortaya çıkmasının önüne geçildi.
|
(1523 okuma)
(Devamı... )
|
Açılım’ Tartışmaları Ve Burjuva Düzen partilerinin İnkarcılıkta ortaklaşmaları

Tek ulus-tek dil, tek bayrak ” kırmızı çizgileri içinde yapılan “ Milli Birlik ve Demokrasi Projesi” üzerine 12 Kasımda mecliste yapılan tartışmalarda aslında faşist gerici burjuva düzen partilerinin nüanslarda farklılıklar dışında aslında nasıl ortaklaştıkları DTP’nin kapatılmaısnda bir kez daha açığa çıkmış oldu. Baykal ve Bahçelinin daha keskin ve açıktan faşist şoven-militarist yaklaşımlarının “savaş rantçılığı” ile AKP’nin “demokratik açılım”- “Milli Birlik ve Demokrasi Projesi” ve çözüm konularında pek bir farklılık yoktu. Her iki kesimde kırmız çizgilerde ortaklaşıyor ve Kürt ulusunun ulusal ve demokratik kolektif hakları reddediliyor, anayasanın ilk üç maddesi dokunulmaz olarak ilan ediliyordu. Gürültü içinde yapılan TBMM oturumunda, ‘burjuva düzen partilerinin halk kitlelerine ve istemlerine karşı tutumlarını bir kez daha ortaya koymasıyla da yararlı olmuştur. Adı açıkça Kürt sorunu olarak anılmamamsı için özel çaba gösteren AKP ve burjuva düzen partileri Kürt sorununun TBMM gündemine, başlıca oturum konusu olarak yeniden gelmiş olması ve Kürtleri temsilen de orada bulunan DTP’nin tartışmalara katılmış olmaları önemli bir gelişmedir. Sorun cumhuriyetin kuruluş süreci ve sonrası dönemde oturumlara konu olmasından uzun bir dönem sonra yeniden meclis gündemine alınmak zorunda kalınmıştır. Katliamla bastırılan ve 13 Kasım(2009) oturumunda devleti suç tahtasına çivileyecek şekilde, bir “derin diplomat” ve “devlet partisi” yöneticisi tarafından gündeme getirilen ‘sondan önceki son isyan’dan bu yana, Kürtlerin talepleri ve mücadelesinin zorlamasıyla bir meclis oturumu sorunu yeniden ele almıştır. Bu oturumdaki tartışmalar kendilerini “millet”, dahası “halk”ın temsiliyle ilişkili gösteren burjuva düzen partileri yönetim düzeyindeki politikalarının inkar ve şiddete dayalı karakterini de bir kez daha ortaya koymuştur. Evet, “Kürt açılımı”-“ Milli birlik ve demokratik açılım” söylemiyle beklenti yaratmaya çalışan ve herkesi kendisini desteklemeye çağıran AKP hükümeti, meclisteki açıklamalarıyla ve uygulamaya koyacağını vaadettikleriyle Kürtlerin(ve ulusal politik örgütlerinin) “Anayasal kimlik, Anadilde eğitim hakkı, yerel yönetimlerin yetkilerinin güçlendirilmesi ve ‘özerk yönetim’, genel siyasi af,.”gibi taleplerinden uzak durmaktadır. “Terörizm” söylemi devam etmekte; “Tek devlet, tek ulus, tek dil” tekçiliği sürdürülmekte, Kürtlerin Türk ulusuyla ulusal-politik hak eşitsizliğinin devam ettirilmesi kararlılığı yinelenmektedir. Ancak, eskisinden farklı olarak, Kürt dili ve kültürünün araştırılması için enstitülerin açılması, Kürtçe’nin kullanılması önündeki engellerin -bir ölçüde de olsa- kaldırılması ve “seçmeli ders” olarak öğretilmesi olanağının doğması, siyasal partilerin çalışmalarında kullanılmasının serbest bırakılması, Kürtçe isim yasağının son bulması gibi bazı kırıntıların atılması gündeme de gelmiştir. Başbakan koltuğunda oturan Erdoğan, ”25 yılda terörle mücadeleye yaklaşık 300 milyar dolar gitti. Bu parayla 9 tane GAP yapabilirdik. 25 yıllık sürede kanlı pazar oluştu. Bu kanlı piyasadan ekmek yiyenler var. Terör bittiği zaman bu kanlı piyasanın rantçıları işsiz kalacaklar” diye konuştu. Başbakan’ın, CHP-MHP gibi milliyetçi-şoven partilerin Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmaya hizmet eden karanlık politikalarını hedef alan bu açıklaması, son on yılların toplumsal gerçekliğinin bazı yönleriyle ‘kabul edilmesi anlamına geliyordu. Erdoğan ve partisi AKP hem bunu Kabul ediyor ve hem de Kürt özgürlük hareketini terörle özdeş gösterme tutumunu sürdürüyor ve PKK’yi ezip dağıtmayı merkezde tutuyordu. Yani düzen partilerinin Kürt sorununda özde farklılıkları olmadığı görülüyordu. Bütün bu gelişmelerin ve burjuva düzen partilerinin karakterine dair belirgin özelliklerin bir kez daha ortaya çıkmasını sağlayan tartışmaları gündeme getiren ve AKP yöneticileri ve başbakanı bu türden açıklamalara iten esas neden, kuşku yok ki birikmiş toplumsal sorunların egemen sınıf ve kurumları üzerinde yarattığı baskı ve Kürt halkının mücadelesi . Kürt sorununun meclis oturumuna konu olmasını, yürürlüğe konan ya da uygulanacağı açıklanan “iyileştirme” politikalarını gündeme getiren dolaysız en önemli etken Kürtlerin tam hak eşitliği mücadelesi ve demokratik bir ülke mücadelesi yürütenlerin kararlılıklarıdır. Kürt özgürlük mücadelesinin kitlesel boyut kazanarak ileri bir düzeye gelmiş olması,- uluslararası güçlerin bölge ve dünya stratejileri kapsamında soruna ‘taraf olma’larının da başlıca nedenlerinden biri- hakim sınıfları politika değişikliklerine zorlamaktadır. MGK ve AKP hükümetini “açılım” söylemiyle halkın karşısına çıkmalarının nedeni halk kitlelerinin birkaç on yıllık “düşük yoğunluklu savaş”ın yarattığı çok yönlü tahribata duydukları tepkinin giderek büyümesidir. Elbette AKP partisi, halkın isteklerinin dolaysız muhatabıdır ve öteki burjuva düzeni partilerinden farklı olarak daha fazla sorumluluk altındadır. Hiçbir burjuva partisi ve hükümetinin salt burjuva sınıfın desteğiyle ayakta kalamadığı ve hükmedemediği toplumsal tarih dersinin de bilincindedir. İşçi ve emekçilerin, Kürtlerin, Alevi inancından emekçilerin, kadınlar ve gençlik kitlelerinin, ekonomik -sosyal ve politik taleplerle ve neredeyse her gün ülkenin şu ya da bu bölgesinde yerel ya da nispeten daha geniş protestolar, gösteriler, yürüyüşler düzenledikleri bir dönemde, AKP hükümeti sözcüleri halkın karşısına değişim, demokrasi, kardeşlik, “Anaların göz yaşı dökmemesi” söylemiyle çıkmak zorunda kalmışlardır. Meclis oturumu ve ardı sıra sürdürülen tartışmalara bağlı olarak, “Terörle savaş” ve “teslim olsunlar” çığırtkanlığı–tutanaklara da geçerek- bir kez daha tescil olundu. İçişleri Bakanı tarafından ”Terörün sona erdirilmesi ve demokrasinin standartlarının yükseltilmesi” projesi olarak gösterilen “Milli Bütünlük Projesi” “Kürtlerin ulusal haklarını ret” ve sözüm ona “birey olarak Kürt’ün hakkının kabulü”nü ‘bir ayrıntı’ olarak içermesine karşın, şovenist ırkçılar tarafından “Türk bütünlüğünü parçalamaya matuf bir ihanet planı” olarak gösterildi. Bahçeli ve Baykal, inkarcı ve devletin resmi politikasının sözcülüğünü sürdürürlerken, Kürtlerin hem ulusal varlıklarının, taleplerinin ve Türklerle birlikte yaşama yönündeki istek ve açıklamalarının karşısına silahla barikat örülmesini isteyerek, hükümeti bu konuda yeterli şiddet uygulamadığı gerekçesiyle ihanetle suçladılar. Deniz Baykal, Kürt sorunu üzerine bir tartışmanın TBMM Genel Kurulu’nda yapılmış olmasını“ tarihi bir kırılma” ve “Çok tehlikeli bir etnik ayrıştırma süreci”nin başlatılması olarak gördüğünü açıkladı. O’na göre, “Türk parlamentosu”nda yapılan tartışmaların nedeni milyonlarca Kürt “vatandaşımız değil PKK’nın istekleri”ydi ve bunun da nedeni hükümetin “teröre taviz politikası, terörle mücadele cesaretine sahip olmaması”ydı! Milyonlarca Kürt sokaklarda, alanlarda, parlamentoda, dağlarda vs, vb. her alanda ve yerde ulusal tam hak eşitliğinin Anayasal güvenceye alınmasını, anadilde eğitim dahil dilin her alanda kullanılması önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, siyasal genel af çıkarılmasını, izlenen baskı ve saldırı politikası sonucu zarar gören herkesin zararının tazmin edilmesini isterken, Baykal, Kürtlerin ulusal taleplerinin bulunmadığını söyleyecek kadar pervasızdı. “Bir etnik kimlik yararına Anayasal düzenleme yapılamaz” diye sözüm ona yüksek perdeden siyaset dersi vermeye çalışırken, 86 yıllık ayrımcı düzenlemenin sürdürülmesini istiyordu. Türk “etnik kimliği”nin ayrıcalıklı ve büyük burjuvazisinin katliamlarla beslenmiş hegemon durumunun sürdürülmesi için çaba gösteriyor; Kürtlerin ulusal istemlerinin değil, “iş” talebi olduğunu, “Türkiye’nin ilk dönemlerinde izlenen politika gibi” yapmak gerektiğini vaaz ediyordu. Kürtlere ve ulusal-politik ve kültürel taleplerine öfkesini, “O proje çok açık bir biçimde bizim anayasal düzenimizin değiştirilmesini, ulusal bütünlüğümüzün ortadan kaldırılmasını, etnik bir parçalanmanın gerçekleştirilmesini ve devletin bizzat kendi olanaklarıyla bu parçalanmaya katkı verecek şekilde eğitim politikasını değiştirmesini ve yeni Kürdistan coğrafyasının artık kabul edilmesini ön görmektedir” şeklinde dile getirerek, “Türk insanı”nı Kürtlere karşı kışkırtıcı politikasını sürdürdü. Baykal ve ekibi, “Türk vatanı ve milletinin bütünlüğünün tehlikede olduğu” çığırtkanlığıyla Türk şovenizminin etkisindeki güçleri galeyana getirmeye çalışmakta; “Bu süreç Türkiye’nin temel değerlerini inkar eden bir süreç olarak işlemektedir. Bu sürece karşı milletçe el ele vermemiz ve bu sürecin tahribatından Türkiye’yi kurtarmamız gerekmektedir...” davetiyle Türk-Kürt boğazlaşmasını kışkırtmaktadır. Baykal’ın basın-yayın alanındaki kafadarları bu “kanlı tirad”ı geliştirerek gazete ve televizyonlardan “kıyamet” tellallığı yapıyor; Kürtlerin haklarının tanınmasını ve ‘güvence altına alınması’nı, vatandaşların “Kürtler” ve “Kürt olmayanlar” olarak “ikiye ayrılması” ve “Ben Kürt’üm” diyen(in) “birinci sınıf”, diğerleri(nin) “ikinci sınıf” haline gelmesi olarak gösteriyor; Kürtlerin varlığı ve talepleri kabul edilirse, Türklerin “ikinci sınıf” kategorisine atılacakları korkuluğuyla Türk şovenizminin etkisindeki kesimleri saldırılara yöneltmeye çalışıyorlar. “Bugüne kadar Türkiye’de kimse kökeni nedeniyle hedef seçilmedi, öldürülmedi” diyecek kadar “kör ve sağır” olabiliyor, inkarcılığın çektiği kara perdenin ardında ırkçılığın sofrasına oturarak semiriyorlar. Onlara göre, Kürtlerin eşit haklara sahip olmaları/kavuşmaları “Anayasa’nın eşitlik ilkesinin ihlali” anlamına da geliyordu! Dahası, “Türkiye’nin ‘asli unsuru’ olan Türkler rencide oluyor”lardı!
|
(1553 okuma)
(Devamı... )
|
|
Юu ana kadar 12845767 sayfa izlenimi aldэk. Baюlangэз: April 2005
|
|
|