 |
|
ZALİMLER YENİLMEYE MAHKÛMDUR !

“Biz yeni bir hayatın acemileriyiz Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor aşkımız yeniden, Son kötü günleri yaşıyoruz belki güzel günleri de yaşarız belki Kekre bir şey var bu havada Geçmişle gelecek arasında Acıyla sevinç arasında...” [1]
Her şeyin, her yerde; yerkürenin yedi iklim dört coğrafyasında müthiş hızlandığı bir kesitte; sürdürülemez kapitalizm ile burjuva iktidarları alt üst oluyorken; Türkiye de, Kürdistan da bundan bağışık değil; hızlanan tarihin tam orta yerinde topraklarımız… Kar altındaki coğrafyamız, Ankara’nın orta yerindeki direngen Tek-el, Antep’deki ‘Çemen Tekstil’ ve İstanbul’daki ‘İtfaiye’ işçileriyle, İzmir’deki ‘Kent A. Ş.’ direnişçileriyle ve dağlarındaki yok edilemeyen umutla dim dik ayakta… Topraklarımızda yeniden, bir kez daha “Ekmek ve Özgürlük” mücadelesinin sloganları yükseliyor… Onlarla “genel grev”de omuz omuzaydım; onların selamını getirdim sizlere; hepinizi aydınlık bir geleceğe olan inançları ve onu yaratmak mücadelesini sürdüren alt edilemez iradeleriyle kucaklıyorlar… Hiç kimsenin kuşkusu olmasın; kriz içinde debelenen sürdürülemez kapitalist vahşete karşı verilen bu kavga, daha da büyüyecek…
SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZMİN KRİZİ: SÜRÜYOR, BÜYÜYOR!
‘Le Temps’daki söyleşisinde Fransız filozof Andre Compte-Sponville’in, “Bugün borçla zenginlik yaratmaya ve bunu da yalnızca bir kesime, para babaları ile onlara hep daha çok kazandırarak ücretlerini ve yıl sonu primlerini arttırmaya çalışan, bu amaçla da ihtiraslarında ve pervasızlıklarında sınır tanımayan bir avuç finansal aktöre aktaran, mutasyona uğramış bir kapitalizm ile karşı karşıyayız,” diye betimlediği sürdürülemez kapitalizm temellerinden sarsılıyor; üçüncü büyük bunalımını yaşıyor… Ulaştığı yıkıcılık kapasitesiyle insan(lık)ın topyekûn imhasına denk düşen “küreselleşme” alt başlıklı sürdürülemez kapitalizm; George Soros’un, “Kurallarına göre oynamakla kuralları koymayı birbirinden ayırmalıyız,”[2] dediği riyakârlıkta somutlanırken; kapitalizm “küreselleşme” dediğinin “nihayeti”yle de yüz yüzedir… Oysa her şey ne güzeldi! Kredi maliyetleri neredeyse sıfırlanmış; varlık fiyatları astronomik boyutlara ulaşmış; ihtiyati fonlar, türev varlıklar, repolar, türev varlıklardan gene türevlendirilmiş yeni varlıklar... köpük köpük balonlar yaratılmıştı. Finans piyasalarının “dâhi” beyinleri “sanayi-sonrası ileri hizmet toplumunun” inşasını geçekleştirmişlerdi. Öyle ki, dünya mal piyasalarında her 1 dolarlık sanayi üretimi, eşanlı olarak 25-30 dolarlık bir finansal işlemi yaratır hâle gelmişti. 2006 yılında ABD ekonomisinin yıllık ulusal geliri 12.5 trilyon dolar olarak hesaplanmaktaydı. Buna karşın, aynı sene “türevlendirilmiş” finansal varlıkların değerleri küresel piyasalarda 1200 trilyon dolar (yani ABD ulusal gelirinin 100 misli!) olarak ölçülmekteydi. Küresel finans ekonomisinin 2000’li yılları büyük bir coşkuyla geçmekteydi. Dahası, ulus devletler artık piyasaların düzenlenmesi görevlerinden uzaklaştırılmış ve sermayenin gereklerine göre “yönetişimci/ hakem devlet” yalanlarıyla yeniden biçimlendirilmişti. Bunun da ötesinde işçi sınıfının ideolojisi itibarsızlaştırılmış ve üniversitelerden ve akademik çevrelerden uzaklaştırılmıştı. Kısaca “tarihin sonu”na ulaşılmış idi! Küresel kriz tam da bu sırada patlak verdi. Reel dünyadan kopartılmış sahte değerler sisteminin iflası 2007 yazında başladı; 2008 sonuna gelindiğinde geride 40 trilyon dolara yakın “toksik” değersiz finansal kâğıt ve 50 milyon yeni işsiz bırakarak...[3] Kapitalizm artık bir “devri saadet”in sonunda! Bu noktada Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominique Strauss-Kahn, yeni bir resesyon tehlikesine dikkat çekti; dünyada yeniden ekonomik darboğaz görülebileceği uyarısında bulundu; “çift dipli kriz modelinin (double-dip recession) ciddi bir risk olduğu”na dikkat çekti. Evet kapitalist dünya ekonomisinde, ama özellikle gelişmiş ülkelerde, uzun bir süre için “Yeni Normal”in, tarihsel ortalamaların altında bir büyüme hızı, yüksek işsizlik oranları olacağı anlaşılıyor. Ekonomist Heizo Takenaka iki dipli “W” tipi bir resesyon olasılığının güçlü olduğunu vurgularken Roubini, toparlanmanın “V” değil “U” tipi olduğunu söylüyor. Michael J. Elliot’un şirketinin, 52 ülkede 1200 CEO’yu kapsayan anketinin sonuçları da iyimser değildi.[4] Kimi aklı evellerin “Bitti-Bitiyor-Bitecek” dediği kriz, “sosyal” özellikler kazanarak büyüyor ve sürüyor! Anımsayın: 1929-1932 krizi 810 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 90 oranında düştü… 1973-1974 krizi 450 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 48 oranında düştü… 2000-2002 krizi 660 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 49 oranında düştü… Son krizin (2007-2008 kesitindeki) 410. gününde borsa tam yüzde 49 oranında değer kaybetti... Ayrıca 1980-2010 kesitindeki son 30 yıla, “neo-liberal” döneme bakıldığında kapitalizmin bir dizi irili ufaklı mali kriz yaşadığı görülmektedir: 1987 Wall Street krizi, 1990 yılında Japonya’da gayrimenkul balonunun patlaması… 1992’de Avrupa döviz kuru sisteminin krizi… 1994’de Meksika krizi… 1997’de Güneydoğu Asya’da yaşanan kriz… 1998’de Rusya krizi… 2001’de dot.com krizi ve ABD’de resesyon… İçinden geçmekte olduğumuz resesyon ise, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yedinci büyük çaplı resesyondur. 1967, 1970-1971, 1974-1975, 1980-1982, 1991-1993, 2001-2002 yıllarında karşılaşılan resesyonlar her seferinde eğilimsel olarak daha uzun sürme ve daha derin etkileri olma özelliğine sahiptiler. Ne var ki bu krizlerin hiç biri şu anda yaşamakta olduğumuz kriz kadar “derin ve yaygın değildi… Ancak yaşanan kriz; üçüncü büyük bunalımdır; “Uzun Dalga”nın sonudur! Marksist “Uzun Dalga” yaklaşımının ana önermelerine göre i) Kapitalizmde kâr oranlarının düşme eğilimi 20-30 senelik uzun bir dönemde açığa çıkar. ii) Uzun durgunluk evresinde karşı eğilimler (başta devlet müdahaleleri olmak üzere) ana eğilime (kâr oranının düşme eğilimi) tâbi olurlar.[5] iii) Uzun durgunluk evresinde çevrimsel, konjonktürel krizler daha sık, derin ve uzun olur. iv) Kapitalizmi krize, uzun durgunluk evresine sokan dinamikler sisteme içseldir, ancak yeni bir uzun canlanma evresine geçiş dışsal etkenlerce (“sistem şokları”) belirlenir. v) Krizden çıkışın ve yeni bir genişleme evresinin önkoşulu sermayenin değersizleşmesi ve yıkımıdır. Evet, olan tam da budur (yıkıma eşitlenmiş) bir topyekûn değersizleşme… İşte birkaç veri: Dünya Ekonomik Forumu’nun yayımladığı rapora göre, 2009 yılında sadece Kuzey Amerika, Japonya ve Batı Avrupa’da 12 milyon kişinin işini kaybettiği açıklandı. Dünyada ise 27 milyon kişi işsizler ordusuna katıldı… Dünya Bankası’na göre devam eden küresel ekonomik toparlanma, mali teşviklerin etkisi zayıfladıkça yılın sonlarına doğru yavaşlayacak. Dünya Bankası’nın Küresel Ekonomik Beklentiler 2010 raporuna göre, finans piyasalarında sorunlar devam ediyor ve yüksek işsizlik ortamında özel sektör talebi geriliyor. Rapor, finansal krizin en kötü aşaması geride kalmış olabileceğine rağmen küresel toparlanmanın kırılgan olduğu uyarısında bulunuyor. Raporda krizin etkilerinin önümüzdeki 10 yılın finans ve büyüme tablosunu değiştireceği öngörülüyor. Dünya Bankası baş ekonomisti ve Kalkınma Ekonomisi kıdemli başkan yardımcısı Justin Lin konu ile ilgili olarak şunları söyledi: “Ne yazık ki, bu derin ve sancılı krizden bir gecede çıkmayı bekleyemiyoruz; ekonomilerin ve işlerin yeniden yapılandırılması yıllar alacaktır. Yoksullara çıkacak fatura çok ciddi olacaktır. Hibelere ve sübvansiyonlu kredilere bağımlı olan en yoksul ülkeler, sadece kriz öncesi sosyal programlarını sürdürebilmek için ilave 35-50 milyar dolarlık finansmana ihtiyaç duyabilir.” Raporda, ekonomilerin şu zamana kadar uğradıkları zararları telafi edebilmeleri için birkaç yıla daha ihtiyaç duyacakları uyarısında bulunuluyor. 2010 yılında, krizin gerçekleşmemiş olması hâlinde ortaya çıkacak olan aşırı yoksul sayısına ilave olarak 64 milyon insanın daha aşırı yoksulluk (günde 1.25 dolardan az) içinde yaşayacağı tahmin ediliyor… Alman ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez görülmemiş bir çöküntü yaşadığı ve 2009 yılında yüzde 5 oranında küçüldüğü açıklandı… Deutsche Bank Yönetim Kurulu Başkanı Ackerman’a göre de, “Kimi sektörlerde daralmanın yüzde 40’lara ulaşması” söz konusu! Joseph Stiglitz’in, “Ağır bir resesyona sürükleyecek,” diye nitelediği “Yunanistan ekonomisini kurtarma yolları arıyor”ken; “Borç batağına saplanan Yunanistan’ın zor durumda…”[6] olduğu yolunda haberlerle yoğunlaşıyor. Obama’nın, “İnsanlar işlerini kaybetmiş durumda. Acı çekiyorlar. Yardımımıza ihtiyaçları var. İstihdam konusu, 2010’da en çok odaklanacağımız konu bu olmalı,” dediği ABD’de, geneldeki işsizlik oranları aşağılara çekilemezken, eyaletlerden de kötü haberler geliyor. 2009 Aralık ayı itibariyle 43 eyalette işsizlik oranları artarken, 600 bin, genelde de 6 milyon Amerikalının iş bulma umudunu kaybettiği belirtiliyor…
“ABD’DEN UMUTSUZ SAYILAR”[7] 14.7 milyon: Aralık 2009’da 16 yaş ve üzeri işsiz. (13 milyon: Ocak 2009’da 16 yaş ve üzeri işsiz.) Yüzde 10: Aralık 2009 işsizlik oranı. (Yüzde 7.7: Ocak 2009 işsizlik oranı.) 12.3 trilyon dolar: 14 Ocak 2010’daki kamu borcu. (10.6 trilyon dolar: Ocak 2009’daki kamu borcu.) 173 milyar dolar: 20 Ocak 2009 sonrası finansal kriz kurtarma fonundan yapılan federal harcama. (296.4 milyar dolar: 20 Ocak 2009 öncesi finansal kriz kurtarma fonundan yapılan federal harcama.) 165 milyar dolar: Bankalar ve otomobil üreticileri tarafından geri ödenen kurtarma fonu. 139: 20 Ocak 2009-14 Ocak 2010 arası iflas eden banka. 274.399: Ocak 2009’da ipotekli malın hacziyle ilgili ihtar alan mülk.
Bunlara bir ek daha: IMF, 2010 Ocak ayında yayınladığı çalışmasında, ABD ekonomisinde 2009 yılındaki yüzde 2.5 oranındaki daralmadan sonra 2010 ve 2011 yıllarındaki büyüme hızlarını sırasıyla yüzde 2.7 ve yüzde 2,4 olarak tahmin ediyor. Ancak, ABD’nin üretimdeki bu performansının bir bedeli de bulunuyor. IMF ve ABD Bütçe Dairesi verilerine göre, kriz öncesinde yüzde 2.2 seviyesinde bulunan bütçe açığı/ GSYİH oranı 2009 yılında yüzde 9.9’a kadar yükselmiş durumda! Yine kriz öncesinde GSYİH’nin yüzde 42’si düzeyindeki kamu net borçları da 2009’da yüzde 53’e fırlamış. Bütçe açığının 2010 yılında bir zirve yaparak yaklaşık 1.6 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Bundan sonra ise atılacak adımlarla açığın 2014 yılında 700 milyar dolar seviyelerine gerileyeceği ve sonradan ekonomik dengelerle birlikte tekrar artacağı tahmin ediliyor. 2011 2020 kümülatif bütçe açığı tahmini ise 8.5 trilyon dolar civarında bulunuyor. ABD kamu borcunun 2009 yılındaki 7.5 trilyon dolardan 2020 yılında 18.5 trilyon dolara yükselmesi bekleniyor. Asya kıtasının en büyük havayolu şirketi ve 16.5 milyar dolar borcu bulunan Japon Havayolları JAL, iflastan koruma sürecine girdi… Japon ekonomisi de JAL’dan farksız… Evet IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, aşılamayan krizin yeni politik iklimlere geçişi de zorunlu kıldığını da ifade ediyor. Bu politik iklim değişikliğinin zımnen anti-sendikal, anti-emek muhtevada olacağından kimsenin şüphesi olmasın... Ki bu da kriz içinde sınıf mücadelesinin yoğunlaşarak, yaygınlaşması anlamına geliyor… “Büyük krizler bu yüzden işçi sınıfını büyük bir kararın eşiğine getirir. İşçi sınıfı ya krizin yükünü üstlenecektir ya da krizi kapitalizmin devrilmesiyle kendi lehine aşacaktır. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, büyük krizler toplumun bütünü için bir karar anıdır. Kapitalistler açısından krizin aşılması mutlaka işçi sınıfının mevzilerini geriletmeyi gerektirir...”[8] Söz konusu “geriletme gereği” de emperyalist-kapitalizmin daha da saldırganlaşmasını olmazsa olmaz kılar…
SALDIRGANLAŞAN İMPARATORLUK
Emperyalist-kapitalizm içeride gerileşip, “öteki” ilan ettiklerine karşı ırkçılığa ve topyekûn saldırganlık silahına sarılıyor… Örneğin “Yüzyıl önce Avrupa’da Musevilere reva görülen konum, bugün Müslüman göçmenlere uygulanıyor”ken[9] aşırı sağcılık giderek yoğunlaşıyor/ yoğunlaştırılıyor… Söz konusu tabloda Rami G. Huri, “Göreve başladığında büyük umutlar uyandıran ABD başkanı bir yılda hiçbir somut başarı kaydetmedi,”[10] derken; Ergin Yıldızoğlu da ekliyor: “… ‘Obamania’ bir yılda bitti…” Örneğin ABD Başkanı’nın Guantanamo esir kampını kapatmak için verdiği süre sona erdi. Beyaz Saray’ın “çok tehlikeli” oldukları gerekçesiyle 47 esiri yargılanmadan tutma kararında ısrar etti… Bu arada Obama’ya layık görülen “Nobel Barış Ödülü”nün heba olduğu kanısı giderek yaygınlaşıyor. Quinnipiac Üniversitesi’nin anketine göre Amerikalıların yüzde 66’sı Obama’nın bunu hak etmediğine inanıyor... Ayrıca Obama, Pentagon’un uluslararası operasyonları için kesenin ağzını açtı… ABD Başkanı, Afganistan’a yeni asker göndermek için 33, Irak, Afganistan ve Pakistan operasyonlarını sürdürmek için 159, Pakistan ekonomisine destek için 1.3 milyar dolarlık ödenek istedi. Toplam 3.83 trilyon dolarlık harcama öngören 2011 mali bütçesini Kongre’ye sunan ve bazı harcama kalemlerini üç yıl için “dondurma”yı öneren ABD Başkanı Barack Obama, savunma harcamalarında 708 milyar dolarlık “rekor düzeyde” bütçe talep etti. 1.66 trilyon dolarlık açık öngörüsü ile yeni bir dünya rekorunu daha elde eden tasarıda, Pentagon’un taban bütçesinin de yüzde 3.4 arttırılarak 549 milyar dolara çıkarılması öngörüldü. Evet, Obama savaş ısrarından geri adım atmıyor! Bu konuda da Bob Herbert, “Afganistan ve Irak’ta kesinlikle zorunlu olmayan iki savaşı rahatça başlatan ABD, kaybedildiğini bildiği Vietnam’a da asker yollamaya devam etmişti”;[11] Mj Akbar, “Obama’nın yıkıcı bir ideolojiye önerdiği meşruiyet ‘Afpak’ coğrafyasının ötesine yayılacak bir yıkım yaratacak,”[12] diyorlarken; “ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), 25 yıllık aynı anda iki cephede savaşa hazır olma askeri stratejisini, çeşitli bölgelerde farklı tarzlarda savaşa hazır olacak tarzdaki ‘Her Yerde Teröre Karşı Savaş’la değiştirerek yeniden yapılanmaya gidiyor…” “Barışçı” diye sunulan Barack Obama başkanlık görevine başlar başlamaz Afganistan’a daha çok kaynak ayırmak istediğini dile getirdi ve ülkeye 21 bin ilave ABD askeri gönderirken;[13] NATO Genel Sekreteri Jaap De Hoop Scheffer de, “NATO güçleri, Afganistan’da başarısız olursa terörizm bütün dünyaya yayılır,” açıklamasını yaptı… Ancak Obama ve NATO saldırganlığı Afganistan’da “çözüm” değil, olamayacak da! Gerçekten de Ahmed Mufik Zeydan’ın, ABD saldırısına beklenmedik yerlerde patlama gerçekleştirerek yanıt veren Taliban bu savaşı kazanabilir. ABD’nin kayıpları giderek artıyor,”[14] dediği çerçevede David Davis açık açık, “Afganistan Vietnam’a benzemek üzere!”[15] diyor… Bunlara ek olarak Afganistan yetmezmiş gibi Yemen’e de “cephe” açılıyor... “ABD’nin Afganistan ve Pakistan’dan sonra Yemen’deki Kaide’ye karşı gizli bir üçüncü cephe açtığı iddia edildi. ABD’nin Kaide’yle savaşması için Yemen’e 70 milyon dolar verdiği ve Yemen güçlerinin eğitilmeleri için subaylar gönderdiği belirtiliyor…” diyen Fevaz El Acemi ekliyor: “ABD’nin Kaide’ye karşı açtığı iddia edilen bu gizli cephe çok tehlikeli. Kaide ve Husiler mezhepçi ve etnik söylemlerle Arap vatanı üzerindeki Amerikan-Siyonist planlarını bilinçli veya bilinçsiz biçimde hayata geçiriyor. Bu söylemler, düşmanlarının ümmeti parçalamak için kullandığı en önemli silahlar. Arap ülkelerinin, ABD’nin Yemen’de üçüncü cephe açmasını önlemek için ortak duruş sergilemesinin, Yemen’i desteklemesinin ve yöntemleri Arapların düşmanları dışında kimseye hizmet etmeyen Kaide’yi sonlandırmasının zamanı. Bu yapılmazsa Yemen ikinci Pakistan’a dönüşebilir.”[16] Evet “Sana’yı ziyaret eden Amerikan Senatosu İç Güvenlik Komitesi Başkanı Joseph Lieberman, Yemen’deki bir Amerikalı yetkiliye dayanarak ‘Irak dünün savaşıydı, Afganistan bugünün savaşı. Eğer önceden harekete geçilmezse Yemen yarının savaşı olacak,’ diyor.” Ya “2003’teki ABD işgali olan 30 yıllık savaşlardan sonra radyasyon ve toksik çöplüğüne dönen; topraklarında zehir saptanan kuzeyden güneye uzanan 42 yerde kanser ve anormal doğum oranları yükselen” Irak? mı Orada da bir şey değişmedi; direniş sürüyor! Ve nihayet İran! Örneğin ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General David Petraeus, İran’ın nükleer tesislerine yönelik planlar geliştirdiklerini ve İran’ın “kesinlikle bombalanabileceğini” söyledi. CNN’e konuşan Petraeus, İran’ın nükleer tesislerinin sıkı korunduğu hatırlatılınca, “Valla kesinlikle bombalanabilirler” dedi… Ayrıca ABD, “olası İran saldırılarını önlemek gerekçe”sine sarılarak, Körfez bölgesindeki müttefiklerine silah satışlarının hızlandırıyor… ABD İran kaynaklı füze “tehdid”i gerekçesiyle Basra’ya denizden füze savunma sistemi yerleştirip bu ülke açıklarına avcı füzeleri donanımlı Aegis tipi savaş gemilerini sevk etti… Bunlara ek olarak ABD saldırganlığının Kolombiya’ya yeni askeri üsler açması ve Haiti’yi de “insani yardım” adı altında işgal etmesi ve Honduras’daki askeri darbe de, ABD emperyalizminin Latin Amerika’ya müdahalesinden bağımsız düşünülemez…
“NEO-OSMANLI” AKP İLE ABD
Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, oradan da Kafkasya ve öteki coğrafyalara uzanan saldırganlık emperyalistler ve işbirlikçileri eliyle yürütülüyor! Bu noktada ABD’nin Ortadoğu ve Kafkasya politikalarında, “Neo-Osmanlı”cı AKP bir koçbaşı işlevi üstlenmeye çabalıyor! Örneğin, “Önemli bir diplomatik arabulucu hâline gelen Türkiye, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirir ve Kürt milliyetçiliğiyle uzlaşma zemini bulabilirse, önünde çok iyi bir asır uzanacak. Bu sorunları çözmüş bir Türkiye, Obama yönetimi için mükemmel bir ortak olur,”[17] diyen Stephen Kinzer’in saptamalarına “model ortaklık” konsepti çerçevesinde bakmak gerekir… Bilindiği üzere “Model ortaklık, 11 Eylül’den sonra ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye için seçtiği ‘model ülke’nin yerine geliştirilen bir kavram. Türkiye’nin Müslüman ülkelere model oluşturması yaklaşımı çok tartışma yaratmış ve kabul görmemişti. Onun yerine geliştirilen ‘model ortaklık’ kavramı tuttu.”[18] Bu kapsamda ABD Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü Mike Hammer, Obama’nın Türkiye’yi önemli stratejik ortak olarak gördüğünü belirtip “Bu stratejik ortaklığı daha fazla derinleştirmek çıkarımıza,” diyor… O hâlde saptanması gereken ilk şey, AKP’li “Neo-Osmanlı”cı yönelimlerin de ABD patentli ve icazetli olduğudur! “Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığı giderek artıyor”ken;[19] İlyas Harfuş’un deyişiyle, “Türk dış politikasının Osmanlı köklerini canlandırdığı veya İslâmi eğilime kapıldığı söyleniyor. Fakat ortadaki tek somut gerçek şu: Ankara bölgesel ittifaklarını siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlıyor.”[20] Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, 8 Aralık 2009 günü Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın Washington’da düzenlediği ‘Türk Siyasetinin İlkeleri’ konulu konferansta “Asıl eksen değiştiren Avrupa. Türkiye küresel barış çabasında. Eksen nerede? Eksen Ankara’da” vurgusu kapsamında “Türkiye’nin Yeni Osmanlıcı-İslâmcı kimliği ile ana jeopolitik ekseni, diğer eksenlerde tali hareketler olsa bile, doğal olarak Güney ekseni yani Ortadoğu olmaktadır.”[21] “ABD’nin AB’ye ilgisi azalırken Türkiye’nin de dış politikada Osmanlı’nın son dönemini hatırlatır şekilde Avrupa’dan çok komşularına ağırlık verir gibi görünmesi insanı geçmişe götürüyor. Bölgede yeni bir düzenin doğması yerine eski dengeler canlanabilir.”[22] İyi de Türkiye Batı’dan kopuyor mu? Yüzünü Doğu’ya mı çevirdi? Bu soruyu ‘The Economist’in, “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı falan yok”;[23] Morton Abramowitz ile Henri Barkey’in, “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı korkusu abartılı,”[24] diye yanıtladığının altını çizerek ekleyelim: “Türkiye Batı’dan kopmuyor. Yüzünü Doğu’ya çevirmiyor. Tam tersine daha çok Batıcı oluyor. Çünkü başta ABD ve İngiltere olmak üzere tümüyle Batı, Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesini, Ortadoğu’da etkin bir aktör olmasını ve kendi suflesiyle iş görmesini istiyor. Türkiye’den beklenen Batı politikalarının sıkı takipçisi ve uygulayıcısı olmasıdır…”[25] Neo-liberal AKP’de, ABD için bunu yapmaya çabalıyor!
TÜRK(İYE) SİYASETİ
AKP, bunları yapmaya çabalaya dursun; yeküredeki tüm kriz eğilimleri ve gerçeği de bire bir coğrafyamıza yansıyor; iç dinamiğin çelişkilerini daha sert pozisyonlarda, çatışma eksenlerinde konumlandırıyor… Örneğin “iç siyaset”te olanları, “Cadı Kazanı ve Cadı Avı” olarak niteleyen Murat Yetkin ekliyor: “Ne zaman cadı kazanı kaynatılıp cadı avı başlatılmışsa, gördüğümüz, iş başındakilerin bir yönetme sıkıntısı içinde olduğu ve bunun topluma yansıdığıdır.” Gerçekten de “egemen koalisyon”un çatırdadığı gidişatta eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “devletin hasta olduğu” vurgusuyla, “Devlette kurumlar arasında güvensizlik varsa, şüpheler varsa o devlet sorunludur. Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor. Bunlar gerçek vakalar. Adalet Bakanlığı İçişleri Bakanlığı’na, MİT Emniyet’e, Emniyet MİT’e güvenmiyor. O zaman bu devlette hastalık var,” diyor… Söz konusu gerilimle iç içe geçen “Ergenekon/ darbe” tartışmaları bizi; Olli Rehn’in ifadesiyle, “Türkiye’deki demokratikleşme çabalarının kilidinin Ergenekon” olduğu kolaycılığına savurmamalıdır! Çünkü coğrafyamızda demokrasi verili egemenliğin tüm türevlerinden kurtulmaktan başka anlam taşımaz; “egemen koalisyon”un dağılması, çatırdamasıyla da Türkiye’ye demokrasi gelmez; demokratikleşmez… Aslında olan net: “Türkiye, sarsıntılar içinde hızla bir uçurumun kenarına sürükleniyor. İlk bakışta neredeyse anlaşılmaz gibi görünen genel tablo, aslında bir dizi temel çelişkinin iç içe geçmesinin ürünü. Ülke, bir süredir üç büyük savaşın etkisi altında kıvranıyor: Bütün bölgeyi saran emperyalist sürekli savaş, Kürt sorunundan doğan savaş ve burjuvazinin politik iç savaşı. Üstelik bu savaşların her biri ötekileri etkiliyor ve ortaya bir kördüğüm çıkıyor. Bu savaşların ilerici bir çözüme açılması, Türkiye’nin bugünkü güç dengeleri içinde mümkün değil. Düpedüz iç savaşa mı? (…) Türkiye’nin uçuruma doğru bu gidişini durdurmanın yolu, ülkenin kimyasını değiştirmekten geçiyor. Bütün bu mücadelelere sınıf mücadelesini eklemekten geçiyor. Sınıf mücadelesi Türk işçi ve emekçileri; Kürtlere ve Romanlara saldırmak yerine gerçek suçluya, kendilerini işsiz ve aşsız bırakan kapitalist sistemle mücadeleye yöneltecektir. Bugün işçi sınıfının tamamen gerici ideolojilerin etkisi altında olduğunu söylemek bizim iddiamızı çürütmez, güçlendirir! Onları bu gerici ideolojilerden kurtaracak olan tam da sınıf mücadelesidir. Mücadele eden, hükümetin baskısıyla, devletin polisiyle, burjuvazinin medyasıyla karşı karşıya gelen insanın bilinci değişir. Toplumun çelişkilerini farklı biçimde algılamaya, hiddetini gerçek davalara yöneltmeye başlar.”[26] Hayır! Türkiye demokratikleşmiyor; E. Fuat Keyman’ın ifadesiyle, “Türkiye iyice muhafazakârlaşıyor”! “Yaldızlı açılım lafziyatı”nın pratiği baskıların katmerlenmesidir! Örneğin Muhammed Nureddin’in, “Kıbrıs’a 35 yıldır barış getiremeyen Türkiye’nin, derin tarihsel unsurlar barındıran Ermenistan sorununu çözme girişimi ilerleme sağlamayabilir,”[27] dediği; ya da Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre, Alevilerin yüzde 89’unun AKP’nin “Alevi açılımının” samimi olmadığını düşündüğü; veya Kürt Meselesi’ne bağıntılı “AKP Açılımı”nın, Ergenekon yaygaralarının kocaman bir “hiç” olduğu üzere… ‘Türkiye’yi Anlama Kılavuzu-2010’ çalışmasına göre, halkın yüzde 75’i gelecekten kaygılı; seçmenlerin umutsuz; halkın yüzde 49’unun partilerden umutsuz olduğu; vatandaşların yüzde 26’sının “Bu sorunlar sürer gider”; halkın yüzde 65’inin “Ülke kötüye gidiyor” dediği güzergâhta coğrafyamızda ekonomi-politik bir kilitlenme yaşanıyor; topraklarımız kilidi açacak anahtarını arıyor… Evet; “Sermaye merkezileştikçe, oligarşik yapılar, bürokrasi, yeni teknolojiler geliştikçe izleme ve kontrol yöntemlerinin de geliştiğini, terörizme karşı savaş döneminde ülkelerin adeta birer ‘Panopticon’a (herkesin bir merkezden her an izlendiği tutukevi projesi) dönüştüğünü biliyoruz”;[28] Türkiye’de de olan bu! Bu noktada işçilerin, yoksulların, ezilenlerin, kadınların, Alevilerin, Kürtlerin, ötekileştirilenlerin emekçilerle neo-liberalizmle mücadele programını esas alan bir birleşik devrimci alternatifte buluşması neo-liberal dayatmanın ileri mevzisi AKP karşısında şimdi öngörülemeyecek ölçüde güçlü bir muhalefet odağı oluşturabilir. Tek çıkış yolu halkın, yoksulun, emekçinin, kadının, gencin siyasete girerek çürümüş partilere karşı kendi seçeneğini yaratmasıdır…
TÜRK(İYE) EKONOMİSİ
Bu mümkündür; ekonomik koşullar ve siyasal gereksinimler de bunu imkân dahilinde kılmaktadır… Kolay mı? Dünyayı sarsan krizin Türkiye’yi teğet geçmediğini vurgulayan İsmail Çoban, “Bunun farklı olduğunu” söylerken; Salim Tanıl’ın ifadesiyle, “İçinden geçmekte olduğumuz kriz, doğrudan doğruya dünya ekonomisinin yaşadığı derin krizin Türkiye topraklarındaki ifadesidir… “Dünya kriziyle Türkiye krizi arasındaki temel bir uyumsuzluk, Türkiye’deki ekonomik krizin özgül karakterinin en dikkat çekici yanını ortaya koyuyor… “Türkiye bir finansal çöküş yaşamaksızın ağır bir üretim krizine girmiştir…”[29] Bu da krize “sosyal” karakter kazandırıp, Tekel işçilerinin direnişindeki üzere “toplumsal” sonuçları kaçınılmaz kılmıştır! Krizin “sosyal” karakter kazanması, rotasını “toplumsal” sonuçlara kırması anlamı taşır ki, bu da kilit önemdedir… Vatandaşların pek çok mal ve hizmet için devlete akıl almaz tutarlarda vergiler ödemek zorunda bırakıldığı Türkiye’nin[30] 2010 yılında, büyük kısmını işçi ve memurun ödediği gelir vergisinden 43 milyar TL hedeflenirken, kurumlar vergisinden de 20 milyar TL. bekleniyor. Bunlarla birlikte sadece akaryakıt ve doğal gaz kullanımından beklenen ÖTV ise 30 milyar TL’dir! Günlük kullanımda vatandaşlar, pek çok mal ve hizmet için çok yüksek tutarlarda vergi ödüyor. Dolaylı vergilerin yüksekliği, günlük yaşama olumsuz etkilerinin yanı sıra vergideki adaletsizliği de artırıyor. Mevcut uygulamada çok kazananlar genellikle az, az kazananlar da çok vergi ödemek zorunda kalıyor. Örneğin 3.65 liraya satılan bir litre benzinin 2.45 TL’si, 3 TL’lik konuşmanın 1 TL’si, 7 TL’lik sigaranın 5.47 TL’si vergiye gidiyor. Söz konusu tablonun adaletsizliğiyle, hayatın etkilenmesi kaçınılmazdır! Bunlara eklenmesi gereken bir diğer kalem de Türkiye’nin dış açığının 25 milyar dolar çıkması beklentisidir. Ayrıca yine 2010’da özel sektörün 41 milyar dolar, kamunun 13 milyar dolar anapara ve faizini ödemesi gerekiyor. Ya da 2010 yılında Türkiye, toplam 79 milyar dolar ödemekle mükellef… Sıkıntı tam da burada! Diyelim ki “3 milyar doları birleşme ve satın alınma, 4 milyar dolarlık özelleştirme-haydi, 4 milyar dolarlık da yatırım olsun! Toplam giriş 11 milyar dolar ediyor! Kalan açık 69 milyar dolardır!”
“2010 YILINDA NELER ÖZELLEŞTİRİLECEK” (2010 Yılında imza aşamasında bekleyen özelleştirmeler-milyon dolar) ŞİRKET TAHAKKUK EDEN TUTAR TAHSİL EDİLEN TUTAR İzmir Limanı 1.275 0 Derince Limanı 195 0 Bandırma Limanı 175 0 Samsun Limanı 125 0 Aras Elektrik Dağıtım 128 0 Osmangazi Elektrik Dağıtım 485 0 Yeşilırmak Elektrik Dağıtım 441 5 Çoruh Elektrik Dağıtım 227 0 Türk Şeker (C portföyü) 606 0 Tekel İstanbul Taşınmazı 198 3 Toplam 3.855 8
Bu(lar) ve kamunun finansman açığı ne olacak? Devam edelim: Küresel krizin tırmanışa geçtiği 2009 yılında Türkiye bütçesi 52.2 milyar TL açık verdi. Böylece bütçe açığı 62.8 milyar TL açık öngören Orta Vadeli Mali Programın altında kalırken, 10.5 milyar TL açık hedeflenen 2009 yılı Bütçe Kanunu’nun beş kat üstünde gerçekleşti. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 2009 bütçe gerçekleşmelerini açıkladı. “Kriz nedeni ile açık yüksek” diyen Şimşek, 2009 merkezi yönetim bütçe giderlerinin 267.3 milyar lira olduğunu ifade ederek, faiz hariç bütçe giderlerinin 214.1 milyar lira, bütçe gelirlerinin ise 215.1 milyar lira olduğunu kaydetti. Bakan Şimşek, bu çerçeveden bakıldığında 2008 yılında 17.4 milyar lira olan bütçe açığının 2010 yılında ise 52.2 milyar lira olduğunu söyledi. 2000 yılında, milli gelirin (GSMH’nin) yüzde 8’ine ulaşmış bulunan merkezi yönetim bütçe açığı, 2009’da yeniden yüzde 6’yı geçmiştir. 1983-1994 döneminde yıllık ortalama enflasyon oranının yüzde 62.7’ye, 1995-2001 döneminde de yüzde 71.6’ya yükselmesinin en önemli nedeni de bu yüksek bütçe açıkları olmuştu. Çok emek ve sıkıntılar pahasına, bütçe açığının milli gelire oranı, 2003’te yüzde 9’a, 2004’te yüzde 5’e, 2005’te yüzde 1’e, 2006’da yüzde birin yarısına kadar düşürüldükten sonra, 2007’den başlayarak yeniden yükselmiş ve 2008’de yüzde 2’ye yaklaşmıştı. 2009’daki yüzde 6’lık oran tehlikenin yaklaşmakta olduğunu göstermektedir. Bunlara eklenmesi kaçınılmaz başka artılar da var: Türkiye’nin bir yıl içinde elde ettiği toplam gelirin yüzde 5 ini en yoksul 14 milyon insan paylaşıyorken; en zengin 14 milyon insan toplam gelirden yüzde 47 pay alıyor ve nüfusun 42 milyonu bir yılda elde edilen gelirin yüzde 31 ile yaşarken, nüfusun geri kalan 28 milyonu yüzde 69’uyla yaşıyor. TÜİK verilerine göre, en üst gelir grubundaki yüzde 20’lik grup, toplam gelirin yüzde 46.7’sini alırken; kapitalist sistemin paçasından adaletsizlik ve eşitsizlik akıyor! Örneğin Abdüllatif Şener, “Gerçek işsizliğin yüzde 30’un üzerinde olduğunu, 13 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı”nı söylüyor! Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun ‘İşgücü Piyasası Bülteni’, 2009’un ilk 10 ayında bir önceki 2008 yılının aynı dönemine göre aylık ortalama işsizlik artışının 1 milyon kişi olduğu açıklıyor! Merkez Bankası tarafından 2010 yılbaşı öncesi yayımlanan Finansal İstikrar Raporu’na göre, 2009 yılının ilk 9 ayında hane halkının borçları yüzde 8.7 oranında büyürken, hane halkının toplam gelirleri içinde borçlarının miktarı yüzde 5.6 oranında arttı! Sosyal Güvenlik Kurumu istatistiklerine göre esnaf borç batağında yüzüyor. 2 milyon 226 bin 797 esnafın 1 milyon 669 bin 130’unun sigorta ve prim borcu bulunuyor. SGK’nin esnaftan alacağı ise 23 milyar 508 milyon lira civarında! Konutta sorunlu krediler krizin etkisiyle tırmanmaya başladı. 2007 yılında 5 bin 257 kişi konut kredisini ödeyemezken bu sayı 2008’de 9 bin 848, Kasım 2009’da 18 bin 124 kişiye ulaştı! Krizin başlangıcından beri tekstil başta olmak üzere sanayide sorunlar yaşayan Denizli’de aktif nüfusun üçte ikisinin icralık olurken, kente 150 bine yakın icra dosyası var! Nihayet Ekonomik kriz sosyal çöküntüye de neden oldu; Çorum’da 2010 yılının ilk iki haftasında 5 kişi intihara kalkıştı. Bunlardan 4’ü yaşamını yitirdi!
AKP “DEDİKLERİ”!
Tam da bu tabloda “Kriz teğet geçti” diyor AKP (ve Erdoğan); “Hayır” diyenlere de celalleniyor! Hem de ne celallenme; AKP (ve Erdoğan) kendine “Hayır” diyenleri “Darbecilik”le/ “Ergenokonculuk”la “suçlayıp”/ “terbiye etmeye”/ “ıslaha” gayret ediyor! AKP (ve Erdoğan)’dan “demokrasi” bekleyenlerin kafası karıştıkça karışırken; Necmiye Alpay gibi, “Kişisel olarak, AKP’nin üzerinde ‘F tipi’ bir vesayetin (baskının değil, vesayetin) varlığından emin değilim. Ama yokluğundan da emin değilim. Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere yöneticileri ne kadar karizmatik olurlarsa olsunlar, biat kültüründen uzaklıklarına kefil olunabilir gibi gelmiyor bana, tıpkı o kültüre bağlılıklarına da kefil olunamayacağı gibi. Oysa her iki yönde de kesin hükümlerle konuşan yazarlar var ve benim bu konudaki itirazım bu kesin hükümlülüğedir,” türünden “ebelep-gübelep” laf salatalarıyla gerçeğe “es” geçmeye özel önem veriyorlar! Oysa Salih El Kallab’ın, “ABD’nin kararıyla olmasa da teşvikiyle ortaya çıktığı da gözardı edilemez,”[31] vurgusuyla betimlenen AKP; neo-liberalizmin seçeneğidir; demokratlığı da olanaksızdır! Bu bağlamda, “AKP’ye şüpheci yaklaşmalı,” diyen Mısırlı sosyolog Dr. Saadettin İbrahim hiç de haksız değildir; ayrıca da Kai Strittmatter’in deyişiyle “Eleştiriye tahammülü olmayan, popülizme başvuran ve partisini tek başına yöneten Tayip Erdoğan 4. Murat’ı andırmaktadır.”[32] Evet; Fethullah Gülen vaftizli AKP (ve Erdoğan), yalan, manipülasyon ve takiyedir! Örneğin liberal Cengiz Aktar bile, “AKP bizi aldatmadı, ama nefesleri bu kadarmış,” derken; Yıldırım Türker de ekliyor: “AKP’li takiyeciler, demokrat taklidi yapıyorlardı.” Liberallerin ve en İslâmcı muhafazakârı, İslâmcı muhafazakârların en liberali AKP (ve Erdoğan) ne özgürlükçü ne de demokrattır!
ERDOĞAN’IN DEDİKLERİ 29 Mayıs 2004’te Oxford Üniversitesinde konuşurken “İslâm ile laikliği yan yana tanım olarak getirmek yanlış olur. Kişiler laik olmaz.” 22 Ağustos 2001’de Akşam gazetesine verdiği demeç “Asıl itibarıyla laiklik bir sistemdir ve fertlerin değil, devletin laikliği söz konusudur.” 2005 Haziran’ında Beyrut’tan uçakla İstanbul’a dönerken “Türban sorununu nihai kertede aşmak için referanduma gidilmesi gereği de zaman zaman kendi düşünce dünyama giriyor. Tabii, bunun taymingi (zamanlama) önemli.” 2004 yılı Ocak ayında New York’ta yaptığı konuşma “Başörtüsü, yüzde 98’i Müslüman olan Türkiye’de gerek millet ve gerekse kurumların ortak sorunu.” 2005 yılı Haziran’ında CNN’e verdiği demeç “Burada (ABD’de) o özgürlük anlayışı var. Ama ülkemde yok. Biraz daha bu işin çilesini çekeceğiz gibime geliyor. Ama inanıyorum ki eninde sonunda hak yerini bulacaktır.” 2005 yılı Haziran ayında AB büyükelçileri’ne hitap ederken “(İnanç özgürlüğü) Bu sorunu sadece azınlıktaki gayrimüslümler değil çoğunluktaki Müslüman kesim de çekiyor. (Türban sorununu) Bu sorunu bizzat ben yaşıyorum. Eşim başörtülü. Eşim Başbakanlık Konutu’nda takabiliyor, karşıda (Cumhurbaşkanlığı’nı işaret ederek) takamıyor.” 2005 Kasım’ında Danimarka’da yaptığı açıklama “(Başörtüsü yasağı) bana göre din ve vicdan özgürlüğünün, eğitim özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. AİHM’nin son kararı var. Ben bu kararlara şaşıyorum. Mahkemenin de bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.” 2006 Şubat’ında Mersin’de Danıştay 2. Dairesi’nin türban yasağını onaylayan kararını değerlendirirken “Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünü kimsenin kısıtlamaya hakkı yoktur. Bu ülkenin bir başbakanı olarak, evladı olarak doğrusu kınıyorum. Herkes yerini belirlemek zorunda. Biz gerilim olmasını istemiyoruz. Birileri nemalanmasın diye sabrediyoruz.” Şubat 2008 tarihinde ATV’nin canlı yayınında soruları yanıtlarken “Beş yıl başörtüsü konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır sabır dedik. Din İşleri Yüksek Kurulu 1980’de Kur’an-ı Kerim’den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile cahiliye devrinin bu âdetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.”
AKP (ve Erdoğan) ceberut bir zorbalıktır! Örnek mi? Çoook! Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’ye yaptığı ziyaret sırasında yolu ulaşıma kapattıkları gerekçesiyle Başbakanlık korumaları ile tartıştıktan sonra gözaltına alınan 35 yaşındaki Şenol Topçu tutuklandı.
BİR KAÇ ÖRNEK! 26 Eylül 2003 Erdoğan’a soru sormaya çalışan gazeteci Musa Ağacık’a koruma tekme attı. 29 Ağustos 2005 İstanbul E-5 yolunda şerit değiştirmeyen minibüs şoförü Ayhan Özgür korumalarca dövüldü. 11 Şubat 2006 Erdoğan Mersin’de kendisini eleştiren bir çiftçiye “Hadi ananı da al git buradan lan!” diyerek hakaret etmiş, çiftçi Kemal Öncel gözaltına alınmıştı. 11 Eylül 2006 Erdoğan’ın yeğeni Ali Erdoğan ile üç arkadaşı, Söğüt’teki Ertuğrul Gazi’yi anma töreninde başbakanı protesto edenlerle kavga etti. 26 Nisan 2007 Erdoğan’ın Niğde mitingini izleyen gazetecilerin olduğu minibüs başbakanlık korumalarınca durdurularak minibüs şoförüne silah çekilmişti. 3 Mayıs 2008 Erdoğan Tuzla Selah Tersanesi’nin açılışına katıldığında protestocu işçiler yaka paça gözaltına alınmıştı. 11 Mayıs 2008 Antalya’yı ziyaret eden Başbakan Erdoğan’ın korumaları, “65 yaşında emeklilik getirdiniz, bizi üç kuruşa mahkûm ettiniz” diye bağıran Ertuğrul Sağlam isimli vatandaşı sürükleyerek koruma aracına bindirdi ve dövdü.
Lafı uzatmadan diyeceğimizi diyelim: “Anadolu Kaplanları” denen yeni zenginlerin siyasi temsilcisi AKP, Kemalistlerin (ve bürokrasinin) anti-demokratik uygulamalarının halkta yarattığı bezginlikten de yararlanarak, halkın en güvendiği kurumların başında gelen TSK’yi köşeye sıkıştırmaya başladı. AKP ordunun açıklarını bulup ortaya çıkardıkça, yalnızca ordu ile pazarlık gücünü güçlendirmektedir. Çünkü AKP bir sistem partisidir ve sistemin en güçlü koruma gücünü saf dışı etmesi beklenmemelidir. Liberaller, askeri vesayet rejiminin sona erdirilmesinden söz ediyorlar. Ve bunun için başta Kürtler olmak üzere, Müslümanlar, Aleviler ve solcuların AKP ile ittifak yapmalarını istiyorlar. Silahlı güçler, (ordu ve polis) esas olarak sistemi korumak için vardırlar. Sistemin düşmanları dış düşmandan çok, iç düşmandır. Ordunun iç düşmana karşı geliştirdiği savaş planları liberalleri hayretler içinde bırakmaktadır. O kozmik odalarda Kürtlere ve sosyalistlere karşı hazırlanmış çok ayrıntılı savaş planları vardır ama AKP o planları açıklamaz. Çünkü AKP esas olarak o egemenlerin cephesindendir. AKP’nin o cepheden olduğunu anlamak için bir iki örnek yeter. Birinci örnek, 1 Mayıs İstanbul, ikinci örnek, Tekel işçileri, üçüncü örnek, BDP’ye yapılan operasyonlar. İşçilere 1 Mayısta ve Ankara’da yapılanların, Kürtlere yapılan operasyonların diğer hükümetler zamanında yapılanlarla farkı var mı? Liberallere sormak gerekir; siz 1 Mayısta o tazyikli suları, o gaz bombalarını yiyen işçilerin yerinde olsanız AKP ile ittifak yapar mısınız? Siz kış günü Ankara’da suya dökülseniz, iki ay soğukta ekmeğiniz için direnseniz, Başbakan size başkalarının hakkını çalıyormuşsunuz gibi davranıp, “Ben kimseye yetim hakkı yedirmem,” dese, AKP ile yinede ittifak yapmayı savunur musunuz? Sizin çocuğunuz hayvan otlatırken kışladan atılan havan topu ile öldürülse, dağdakine “Dağdan inin ovada politika yapın” deseler, ama ovada politika yapan seçtiğiniz belediye başkanınız tutuklansa, her gün 25-30 parti üyeniz “Terörist” diye tutuklansa yine AKP ile ittifakı savunur musunuz? Yirmi beş yıl savaşırken muhatap aldıklarını, barış için muhatap almayız deseler, siz yine de AKP ile ittifak yapmayı savunur musunuz? Bize sorarsanız, biz ittifak yapmayız, yapmayacağız! Biz, 1980 öncesi “Faşist yuvalar dağıtılsın, kontrgerilla dağıtılsın” diyor ve bunun için mücadele ediyorduk. Bunu söylerken o günün hükümeti ile ittifak yapmak aklımızın ucundan geçmedi. Bu gün de “Kontrgerilla dağıtılsın!” “Kapitalist askeri vesayet kalksın!” diyoruz… Bunun için AKP ile ittifak yapmaya değil, bunun gerçekleşmesi için mücadele etmeye gerek var. Çünkü AKP de “O” cephede ve bizim yanımızda değil, karşımızda. Bu ülkede askeri vesayet kalkacaksa, bu ülkeye barış gelecekse, bu ülkede demokratik haklar genişleyecekse, bu yalnızca Türk ve Kürt halklarının mücadelesi ile olacaktır…
“DERİN (DENİLEN) DEVLET”E KARŞI “MÜCADELE” (Mİ?)
AKP, “Derin (denilen) Devlet”e karşı “mücadele” mi veriyor? “Kozmik Oda”ya bile girildi mi? Öncelikle “Derin (denilen) Devlet” eksenli meseleler, “raison d’état”sıyla AKP’yi de içerir ve bir burjuva partisi olarak da aşar… Ya “demokrasi”, “demokratikleşme” mi? Örneğin “Kozmik Oda”ya bir devlet görevlisinin değil, halkın girmesi demokrasiyi getirir! Başka türlüsü “demokrasi” değil, egemenler arası pazarlıktır; asla ötesi değil… “Mesela” mı diyorsunuz? Emniyet, istihbarat, hatta yargı, “Balyoz”/ “Ergenekon” vb. operasyonlarından sürekli bilgi sızdırırken, “Kozmik Oda”dan tek bir bilginin sızmamasına ne dersiniz? İyi de “Bir devir kapanıyor. Diriliğini iç düşman üreterek ve bunlara karşı yılmadan savaşmaktan alan bir devlet düzeninden çıkışın sancıları, karmaşası yaşanıyor.” “Silahlı Kuvvetler siyasal parti olma niteliğini yitirdikçe, ‘istismar etme’, ‘etkileme ve yönlendirme’, ‘rahatsız etme’ kapasitelerini kaybettikçe, Türkiye toplumu da demokratikleşme yolunda ilerleyecektir,” diyen Ahmet İnsel’in (ve benzerlerinin) maruzatlarına gelince; demokrasi ve demokratikleşme bu denli “tedrici” ve “düzen içi” değildir, olamaz ve AKP “etkinliği” kapsamında da ele alınmamalıdır… Yeri geldi anımsatalım: “Ergenekon söylemi çerçevesinde, ‘militarizme karşı demokrasi mücadelesi’ soylu kisvesi altında, otoriter siyasetlere nasıl mazeret bulunduğu”[33] unutulmamalı; yani “Ergenekon söylemi çerçevesinde, otoriter bir siyaset anlayışı ve uygulamasına mazeret bulunuyor… Bakın, işçi, emekçinin hak arama eylemleri bile gelip, provokasyona dayandı. Ankara Valisi, Tekel işçilerine karşı uygulanan, insanlık dışı sindirme önlemlerini, ‘provokasyon’ mazeretine sığınarak savuşturma yoluna gitti. Tüm otoriter rejimler, sistemler ve iktidarlar, kendilerine karşı çıkan herkesi, her şeyi, ihanet, hıyanet, provokasyon olarak kestirip atarlar. Hep birileri, ihanet içindedir, olmayanlar ‘gaflet ve delalet’ içinde kötü emelli birilerine alet oluyorlardır, bu nedenle her tür yöntemle sindirilmeyi, susturulmayı hak ederler. Bu uğurda kesilen parmaklar acımaz! Bakın, Kürt meselesi de aynı çerçeveye oturmadı mı? Reşadiye olayında, parmaklar Ergenekon’u gösterdi. Olmadı, ‘Derin devlet’e karşı, ‘derin PKK’ provokasyonundan bahsedildi. Oysa, durum gayet net; iktidarın Kürt açılımına aklı yatmayanlar, kendi bulundukları yerden tepki gösteriyor...”[34] Tüm bu ve benzerleri, “demokrasi”/ “demokratikleşme” adına kabul edilebilir mi? Ederseniz; “Taraf”çılar sizi “demokrat”; yok etmezseniz “darbeci/ Ergenekon”cu ilan ederler… Aslı sorulursa bu, hep kendine yontmak isteyen nalıncı keseri mantık(sızlığ)ıdır; tıpkı AKP’nin bir “kapana” dönüştürdüğü “Kürt Açılımı”; yok pardon “Milli Birlik Projesi” gibi…
AKP “KAPANI” = “MİLLİ BİRLİK PROJESİ”
AKP ile liberallerin ve de AB’nin[35] zırvalarına değinmeden önce, açık açık belirtelim: “Bugün Kürtler ve Kürdistan, Ortadoğu’nun ortasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olarak varlık mücadelesi, yaşam mücadelesi vermektedir. Herkes için doğal olan haklar, insanın insan olmaktan dolayı sahip olduğu haklar Kürtler için yasaktır,”[36] diyen İsmail Beşikçi’nin ifadesi “Kürt Sorunu”nun da ne demek olduğunun en net izahıdır… Ulaşılan koordinatlarda bir kez daha kanıtlandığı üzere, “Kürtlerin yanı sıra ilerici, demokrat, sosyalist çevrelerde büyük umut yaratan ‘açılım’ süreci, bugün derin bir kriz içinde. Bunun nedenini anlayabilmek için ‘açılım’ adıyla anılan sürecin kendisinin doğasını doğru kavramak gerekiyor. AKP hükümetinin TSK desteğiyle yürütülen ‘açılım’ politikası, esas olarak Türkiye Kürtlerine değil Irak Kürtlerine, daha yalın biçimde söyleyecek olursak Barzani yönetimine bir açılımdır. Türkiye burjuvazisi ve devleti, ABD’nin himmetiyle, Barzani politikasını değiştirdi, onun yönettiği bölgeyi ekonomik, politik ve askeri olarak himayesine almaya yöneldi. Türkiye’de ‘açılım’ diye anılan süreç, bu yeni yönelişin türevidir. Amacı, Kürt savaşının bu yeni ilişki önünde bir engel olarak yükselmesini önlemek... Daha açık şekilde söylenecek olursa, ‘açılım’ın Türkiye içindeki ayağının amacı, Kürt sorununu değil Kürt hareketini çözmektir. Bunun için de bir dizi yöntemle, Türkiye’nin Kürtleri AKP saflarına, AKP olmazsa Barzani saflarına kazandırılmak isteniyor. ‘Açılım’ sürecinin bugün içine girdiği krizin kilometre taşlarını incelemeye yerimiz yok. Ama sonuç şu: ‘Açılım’, Kürt halkı Barzanicileşmeyi reddettiği için krize girdi.”[37] “Misak-ı Millici” AKP’nin, ABD patentli “kapanı” Kürt muhalefet ve itirazını tasfiye ederek, ehlileştirip, düzen içileştirme girişimidir… Mustafa Erdoğan’ın da ifadesiyle, “Aslında AKP, Kürt açılımıyla, Kürtleri AKP’lileştirmeyi kastediyor. Kürtlere bazı rahatlamalar sağlayıp onları AKP kanalıyla sisteme entegre etmeye çalışıyor.” Zaten AKP’nin ne yapmak istediği de, çok net ve açıktır; “çözüm” adına çözümsüzlüktür! AKP Tanıtım ve Medya Başkanlığı, “açılım”ı halka anlatmak için, ‘Soruları ve Cevaplarıyla Demokratik Açılım Süreci’ başlıklı bir kitap bastırarak bütün teşkilâtlarına dağıttı. 30 soruya verilen 30 yanıttan oluşan kitapçığa göre; “Ölümlerin ve gözyaşının durmasıyla şehitlerimizin ruhu şad olacak, Öcalan, kesinlikle affedilmeyecek, PKK silah bırakmadıkça operasyonlar sürecek ve koruculuk sistemi terör bitene kadar kaldırılmayacak. Kitaptaki bazı sorular ve yanıtları şöyle: “Abdullah Öcalan’ın affı veya yeniden yargılanması söz konusu mu? - Öcalan’ın affedilmesi veya yeniden yargılanması kesinlikle söz konusu değildir ve olamaz. Böyle bir sürecin hukuki olarak gerçekleşmesi de mümkün değildir. “Açılım terör örgütüne verilen bir taviz midir? - AKP Hükümeti hiçbir illegal yapı ve oluşuma asla taviz vermez. “Sürece rağmen terör devam ederse ne olacak? - Dünyanın hiçbir yerinde size silahla saldıranlara siz çiçek buketleri ile karşılık veremezsiniz. Kısa vadede silaha karşı silahla mücadele edilir. Ancak hiçbir zaman silahla kesin ve kalıcı çözüm elde edilememiştir. “Koruculuk sistemi ne olacak? - Terör devam ettiği sürece koruculuğun ortadan kaldırılması söz konusu olamaz. Açılım sonucunda referandum yapılacak mı? - Hayır. Çünkü temel hak ve özgürlükler referandum konusu olamaz.” Evet, AKP tam da bunları yapmak istiyor! İyi de bunları yapmak isteyen AKP, bunları yapıyor diye neden “demokrat” ilan edilsin ki? Kaldı ki Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin araştırmasına göre Kürtler, AKP’nin ‘açılım’ konusunda samimi olmadığını düşünüyor. “Açılım süreci”nde Kürtlerin yüzde 67.5’i AKP’nin samimi olmadığına inanıyorken, yüzde 13.3’ü de kararsız olduğunu ifade ettiler. Örnek oluşturması nedeniyle AKP sözcülerinin “çocuk eylemciler” konusunda iktidarın alacağı önlemlere ilişkin söylemini anımsayalım. Yaşları 18’in altındaki “eylemciler” çocuk mahkemelerinde yargılanacaklar, ceza yasasında değişiklikler yapılacak, cezalarını çocuklara özel infaz kurumlarında çekeceklerdi. “Demokratik açılım” sözü ortaya atıldığında alınacağı söylenen ilk önlem çocuk eylemcilere ilişkin bu düzenlemeleri içeriyordu. Sonra da, ilk rafa kaldırılan önlem paketi de bu düzenlemeler oldu. Ayrıca 16 Ocak 2010’da tarihinde Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, cezaevleri şartlarını beğenmeyerek beş mahkûmla birlikte eylem başlatan Abdullah Öcalan’a, “Orası otel falan değil” diye seslendi… Demokratik Açılım çerçevesinde Öcalan’ın talimatı üzerine Kandil ve Mahmur’dan gelen ‘Barış ve Demokratik Çözüm Grubu’ Ankara’da Türkiye Barış Meclisi’nin düzenlediği konferansa katılan grubun sözcüsü M. Şerif Gençdal, Ankara’da TBMM’ye de gitmek istedikleri ancak emniyet yetkilileri tarafından, gitmemeleri yönünde uyarıldıkları belirterek, “Daha önce gelmek istediğimizde gözaltına alındık. Ancak eğer imkân verilirse, koşullar uygun olursa Meclis’e gidip tüm kesimleri ziyaret etmek isteriz” dediler… Sonra da Mahmur Mülteci Kampı ile PKK’nin Kandil’deki askeri kanadından gelen 34 kişinin getirdikleri, Kürt sorununun çözümü için koşulların yer aldığı mektupların kaybolduğu belirlendi... Bu ve benzerleri “demokrat” AKP’yi yeterince deşifre etmiyor mu? Bizce ediyor! Kaldı ki BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Kongrede Kürtlere “asimilasyonu reddedin, anadilde eğitim için Milli Eğitim’in kapısına dayanın”, annelere de “kanın durması için askerlik şubesi kapılarına dayanın” çağrısı yaparken; yaşanandan dersler çıkartıldığının da ipuçlarını vermektedir… Yine BDP Grup Başkanı Nuri Yaman, partisinin belediye başkanlarına yönelik gözaltı ve tutuklama kararlarının “demokratik açılım”ın koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay tarafından verildiğini belirterek, “Atalay kelepçe koordinatörüdür.” “Bir elde kelepçe, diğer elde açılım olmaz,” diyor. İçişleri Bakanı’nın açıklamalarıyla hükümetin açılımda “yeniden gaza bastığı” yorumları yapıldığına işaret eden Yaman, “Hükümet gaza o kadar çok basmış ki, Emniyet’in elinde gaz bombası kalmamış” diye konuştu. Ayrıca “AKP’nin askeri vesayetle mücadelesinin inandırıcı olmadığı”nı belirten BDP Grup Başkanı Nuri Yaman, AKP hükümetinin Kürt açılımının inandırıcılığını kaybettiğini belirterek “Açılım adı altındaki açmazlarının geldiği nokta şu olmuştur: Kürt açılımı kelepçeye, Roman açılımı sürgüne, Alevi açılımı da oyalamaya dönüşmüştür.” “Hükümetin Kürt açılımı, umut pompalamaktan öteye gitmedi,” dedi. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CTP) üyelerinin, Abdullah Öcalan’ın hükümlü bulunduğu İmralı Adası’ndaki Yüksek Güvenli
|
(1518 okuma)
(Devamı... )
|
139. yılında KOMÜNÜN DEVRİMCİ BAYRAĞI KURTULUŞ BAYRAĞI OLARAK DALGALANIYOR

Bundan tam 139 yıl önce 1871 yılı 18 Mart'ında ayaklanan Paris emekçi yığınları, iktidarın işçi sınıfının eline geçmesini sağladı. Paris işçi sınıfının egemenliğini ilan etti. 28 Mayıs'a dek tam 72 gün süren bu büyük alt üst oluş tarihe Paris Komünü adıyla geçti.Paris Komünü, bir insan ömrü bakımından sözü bile edilemeyecek kadar kısa süren bu 72 günlük sürece tarihi bir dönüm noktası olması özelliklerini sığdırdı. 18 Mart'tan 28 Mayıs'a kadar süren 72 günlük iktidar dönemi, işçi sınıfının siyasal iktidarının nasıl hazırlanması gerektiği ve nasıl ayakta kalacağına ilişkin zengin deneyimler ve derslerle birlikte anlam kazanmaktadır.İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesini siyasal iktidar hedefine bağlayarak yürütmesi zorunluluğunu, işçi sınıfının baskı, zulüm ve sömürüden kurtulmak için siyasal iktidarı ele almasının zorunluluğunu, bunun yol ve yöntemlerinin zengin deneyimlerini kazandığı bu tarihsel olay, Komün rastlantılar sonucu biraraya gelmiş bazı olayların sonucu değil, o günün nesnel, toplumsal-siyasal koşullarının doğal sonucu olarak meydana gelmiştir. Komünü hazırlayan koşullar nelerdi?Her şeyden önce 1848 devrimi yenilgiye uğramış, burjuvazi işçi hareketini bastırmıştı. Ancak işçi sınıfından duyduğu korkusunu hala bastırabilmiş değildi. Bu nedenle 3. Napolyon'un ordularına sığınmayı da ihmal etmedi. Çünkü hala bürokratik militarist sistemin burjuvazinin egemenliğini güvence altına alacağı ümitlerini yitirmemişti. 1848 devriminin yenilgisiyle birlikte kurulan Bonapartist sistem koşullarında Fransa tam bir ekonomik yıkıma uğradı. Emekçi yığınların giderek çekilmez hale gelen yaşam koşulları, ırkçı-şoven-saldırgan politikalarla geri plana itilmeye çalışılıyor, dış politikadaki saldırganlık, iç ekonomik ve politik sorunların üzerini örtücü rol oynuyordu.Napolyon Bonopart'ın saldırgan serüvenci dış politikasını, Prusya'ya saldırıya dönüştürmesiyle başlayan savaş, emekçi yığınların ekonomik koşullarını daha da çekilmez hale getiriyor, işçilere ve emekçilere karşı alınan önlemler toplumsal muhalefetin giderek daha fazla yükselmesine yol açıyordu.Bonapart'ın emekçi yığınların dikkatlerini ülkenin ekonomik toplumsal sorunlarından uzaklaştırmak amacıyla ırkçı-şoven dış politikalarını Almanya'ya karşı savaş ilan ederek sürdürmesi, çok geçmeden savaşın, Napolyon'un yenilgisiyle sonuçlanması, emekçi yığınların "kahrolsun imparatorluk" şiarıyla ayaklanmasına yol açtı. Ayaklanan halk yasama meclisine girmeyi ve cumhuriyetin ilan edilmesini sağlamayı başardı.Ancak oluşturulan yasama meclisinin çoğunluğu kralcılardan ve cumhuriyetçi burjuvazinin sağ kanadından oluşuyordu. Halk kitleleri Prusya'ya karşı ulusal savunmayı örgütlemesi için hükümete baskı yapıyordu. Zaten emekçi yığınların baskısıyla oluşan hükümette "ulusal savunma hükümeti" adını taşıyordu. Bunun sonucunda düşmanla savaşmak amacıyla halkın silahlandırılması kabul edildi. İşçiler ve esnaflardan kurulu Ulusal Muhafız taburları oluşturuldu. Fakat 1848 ayaklanmasının korkuları ve tecrübesi burjuvaziyi ihanete sürükleyen "sebepler" oldu. Burjuvazi, işgalcilerin ülkeden kovulmasını, kendisinin siyasal iktidarına son verecek ayaklanmanın izleyeceğini, silahlanmış halkın silahlarını kendisine çevireceğini biliyordu. Bu nedenle Mareşal Barzaine işgalci Alman birlikleriyle savaşmak yerine 170.000 kişilik ordusuyla Prusya ordularına teslim oldu. Bunun ardından hükümete karşı ikinci kez ayaklanma gerçekleşti. Fakat ayaklanmanın önderlerinin halk kitleleriyle bağlarının olmaması, ayaklanmanın başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açtı.Başarısız ayaklanmanın ardından hükümet Prusya ile bir teslimiyet anlaşması imzalandı. Ülke topraklarının üçte birinin işgalcilerin kontrolü altında olduğu bir sırada gerçekleştirilen teslimiyet anlaşmasıyla Fransa 5 milyar altın Frang'ı, Almanya'ya ödedi. Alsas-Loren'den çekildi.28 Ocak 1871'de Prusya ile gerçekleştirilen anlaşma sonrasında yapılan ulusal meclis seçimlerinde 700 milletvekilinin 450'si krallık yanlısıydı. Ve daha ilk oturumda cumhuriyeti reddederek kralcı bir hükümet oluşturdular. Thiers hükümetinin teslimiyet anlaşmasını imzaladı. Ancak Paris ulusal muhafız birliğini silahsızlandırmaya cesaret edemedi. Oysa kralcı hükümetin ilk işi halkı silahsızlandırmak için, Paris ulusal muhafız birliğinin silahlarını teslim etmesini istemek olmuştu. Paris emekçi yığınları, işgal birliklerine karşı kenti savunmak için oluşturduğu askeri birliği olan ulusal muhafız birliğinin silahlarını teslim etmesi yönündeki çağrılara kararlılıkla red cevabını vermiş, ellerindeki silahların özellikle topların kanları-canları pahasına elde ettikleri ve koruyabildikleri gerçekliğini bir kez daha haykırarak, teslimiyet anlaşmasının emekçi yığınlarca yırtılıp atılmasına da vesile olmuştur. Teslimiyet anlaşmasında, ulusal muhafızların silahlarının Bismark birliklerinin girmediği bölgelere çekileceği kesinlikle belirtilmiş olmasına ve Bismark birlikleri kente girmemiş olduğu halde, kralcı hükümetin halkı silahsızlandırmaya çalışması, Paris halkından duyduğu korkuyu ve halka karşı işgalci Bismark'la el ele vermesinin, ihanetinin kaçınılmaz sonucuydu.Silahların teslim edilmesi yönündeki baskılara halkın kararlılıkla karşı çıkması sonucu 17-18 Mart'ta hükümet saldırıya geçerek, silahsızlandırma işi zor yoluyla gerçekleştirmeye çalıştı. Böylece iç savaş fitilini de ateşledi. Hükümet ulusal muhafızları silahsızlandırmak için çağrılar yayınlayıp, türlü oyunlar çevirirken bir yandan da Paris'in kuşatılması yoluna gidiliyordu. Paris'in kuşatılmasından önce hükümet Bordeauks (Bordo)ye çekilmişti. Başkentin de Versa'ya taşıması, bunu çok geçmeden Fransız büyük burjuvazisi ve bürokratlarının da kenti terk etmesi, ayaklanan Paris halkının işinin kolaylaşmasını sağlamıştı. Ancak hükümetin ve burjuvaların kentten kaçmalarına göz yumulması, daha sonraki yenilgide önemli rol oynayan zaaflardan biri olarak görülmüştür. İşte Paris halkı bu koşullarda ayaklanmayı başlatmış, kısa bir sürede başarıyla sonuçlandırmıştır. Ulusal Muhafız Merkez Komitesi önderliğinde ayaklanan halk Paris'i ele geçirdi. Daha ayaklanmalar başlamadan çok önce işçi sınıfının iktidar için örgütlüğünün ve birleşik önderliğinin bulunmadığını gören Marks, zamansız ayaklanmanın yanılgılarına dikkat çekerek, işçi sınıfını uyarmaya çalıştı. Ancak hareket başladıktan sonra da canla başla katılarak, başarılı olması ve en az zararla atlatılması için elinden geleni yaptı.Paris işçi sınıfı ayaklanmasının başarısıyla gerçekleşen devrim, kendinden önceki devrimlerden temelden farklıydı. Bu farklılıkların en belli başlılarını şöyle belirtebiliriz:Birincisi; bu devrim, eski devlet mekanizmasının el değiştirmesi değil, eski devlet mekanizmasının parçalanarak yerine yenisinin örgütlenmesinin getirilmesi. Böylece tarihte yer alan ve bir sömürücü sınıfın elinden bir başka sömürücü sınıfın eline geçen, devletin el değiştirmesini ifade eden devrimlerin aksine Paris Komünü eski devlet mekanizmasının parçalanarak yerine yeni tipte bir devletin konulması girişimiyle ayrılıyordu.İkincisi; daha önceki devrimler, sonuçta azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğine son vermiyor, azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğini bir başka biçimde sürmesi anlamına geliyordu.
|
(1544 okuma)
(Devamı... )
|
KAPİTALİZM, TEKEL İŞÇİLERİ VE GELEN(LER) !

“Cennet ile cehennem Tek ve aynı kent olabilir: Cennet, mülksüzler için cehennemdir…”[2]
“Postmodern Dönem”, yere çakılan küreselleşme yalanıyla nihayet erdi… “Elveda edebiyatı”na sarılan vazgeçişin, artık hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmadı… Şimdi yeni bir dönemin eşiğindeyiz ve öncelikle “Elveda Devrim… Elveda Proletarya…” diyenlerin hâl-i pür melali hemen herkesi gülümsetiyor… Bu elbette kendiliğinden olmadı; ulaşılan koordinatların ardında sürdürülemez kapitalist yıkımın krizi ve sınıflar savaşımı gerçeği duruyordu… Her şeyin kendi meşrebince dönüşerek değişeceği bir kesitteyiz… Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Tekel işçileri ve mücadeleleri… Anımsayın; yakın geçmişin en moda sloganı “Özelleştir… Güzelleştir”di! Özelleştirmelere böyle devam edildi… Tam da o günlerde işçi sınıfından söz etmek “dinozorluk/ doğmatiklik”; özelleştirmeye karşı çıkmak ise, “Ortodoksluk/ aymazlık” idi… Nihayet, geldik bugüne! Tekel işçileri sokakta; Tekel işçileri özelleştirmeye karşı; Tekel işçileri neo-liberal vahşete “Hayır” diyor; Tekel işçileri emeğin en yüce değer olduğunu toplumun vicdan ve bilincine bir kez daha nakşediyor… Emeği ile başkaldıran, bu başkaldırı ile insanlığını bulan, kendini keşfeden Tekel işçileri, bir avuç egemenin kölesi kılınmaya “Hayır” derken; insan(lık) tarihinin de nasıl biçimlendiğini anımsatmaktadır bir kez daha herkese… Evet, “Gerçek, akli olandan çok çok daha büyüktür,”[3] sözünü dosttan düşmana yedi düvele bir kez daha kanıtlayan sokaktaki Tekel işçileri, aynı zamanda Eflatun’un, “Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtı dikememişlerdir”; Emiliano Zapata’nın, “Güçlü insanı zayıf halk yaratır. Güçlü halkınsa, güçlü insana ihtiyacı yoktur,” uyarılarının altını da özenle çiziyorlar… Dahası; “AKP’nin sivil alanı genişletmek için verdiği mücadele”[4] yanılgısına sarılan liberal patentli “demokratikleşme” yalanı, sınıf çizgisinin ayrıştırıcı netliğiyle yerle yeksan ediyor…
OTORİTER AKP
“AKP olgusunu, Milli Görüş hareketi ile bir kopuş-devamlılık ilişkisi çerçevesinde açıklamaya çalışmaktansa, siyasal İslâmın küreselleşme sürecinde neo-liberal yeniden yapılandırma projesi ile nasıl bir uyum sağladığının bir örneği olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır.”[5] AKP; İslamcıların en liberali veya liberallerin en İslamcısı olan muhafazakâr bir neo-liberal partidir ve ABD işbirlikçisidir. Nuray Mert’in ifadesiyle, “Rövanşist, fetihçi, iktidar mutlakçısı bir yol izlemeyi tercih eden AKP”nin; Alfred Stepan’ın belirttiği gibi, “Şeriat istediği iddiası da temelsiz.”[6] Tayyip Erdoğan bir dönem “şeriat söylemine sarılmış” olabilir; ki böyledir de; ancak bunlar AKP ve Erdoğan için geride kalmıştır; Yaser El Zegatir’in de işaret ettiği üzere, “AKP’nin Arap dünyasının anladığı anlamda İslâmcı olduğunu söylemek zor”;[7] hatta imkânsızdır… Kazım Gökbayrak’ın saptamasıyla, “Türkiye’de liberal çapulcular AKP ve Fetullahçılarla birlikte Amerika’nın Yeni Dünya Düzeni’ni tesise çalışıyorlar. (...) AKP’nin ve Fetullah’ın Müslümanları liboşlaştırma misyonu Amerika’nın onları tercih sebebidir.”[8] “ABD’nin siyasi desteğini yedeğine alan”[9] “AKP vargücüyle kendi burjuvasını yaratıyor… AKP gerçekte neyin peşinde? Bu sorunun tek ve çok basit bir yanıtı var: Paranın…”[10] AKP, bir serbest piyasa piyonudur… Emir Taheri’nin işaret ettiği gibi, “AKP’yi ‘İslâmcı’ diye tanımlamak zor.”[11] AKP muhafazakâr-liberal bir parti... Yükseldiği zemin, dayandığı taban muhafazakâr. Pragmatik ve esnaf özellikleriyle AKP’yi ne Hizbullahçı diye, ne de “Tayyip Erdoğan, pragmatik ve karizmatik bir lider. Statükoyla uzlaşmaya yatkın mesajlar verdiği gibi kendisini değişen koşullara uydurmasını da biliyor. Toplumun dilini diğer liderlerden daha iyi okuyor. Bir değişim ve kopuş sürecinden geldiği için değişime açık olacağının mesajlarını vermeyi de ihmal etmiyor. Önümüzdeki süreci belirleyecek gelenek bu partinin çevresinde oluşacak,” diyen Oral Çalışlar gibi yorumlamak mümkün değildir… AKP; “Diktatoryal eğilimleri, Erdoğan’ı mazlum demokrat görüntüsünden uzaklaştırıp, Rusya Başbakanı Putin’e benzemesine yol açıyor,”[12] diyen Michael Rubin’in saptamasındaki üzere otoriter bir partidir; zaten kuralsız serbest piyasa savunuculuğu totalitarizm olmadan hayata geçirilemez… Örnek mi? AKP’nin gazladığı, saldırdığı Tekel işçilerinin mücadelesi karşısındaki tutumu! Yani Ankara Valiliği, 14 Ocak 2009’da mücadelelerinin 30. gününe giren TEKEL işçilerine gözdağı verip; işçilerin planladıkları eylemlerle ilgili olarak, “Kanunsuz eylem güvenlik güçlerince engellenecek ve sorumlular hakkında da gerekli yasal işlem yapılacak” açıklamasını yaptı… Örnek mi? “Serbest piyasayı, arz/ talep dengesini, rekabeti savunuyoruz” diye çığlık atan AKP Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, “Bir gelir hedefimiz var, onu yakalayacağız. Hangi sektör olursa olsun yaptığımız düzenlemelere uymak zorunda” diye “rest” çekince şirketlerin geri çektikleri zammı yeniden fiyatlara koymak zorunda kalmaları… Örnek mi? AKP yanlısı Sanko’nun patronu Abdulkadir Konukoğlu’nun, tekstil ve konfeksiyon sektörünün “tehlikeli işler” kapsamına alınmasına isyan edip, düzenleme kapsamında kadın işçilere ayda 5 gün regl izni verilmesine tepki göstererek, “Ben işçilerimin aybaşını mı takip edeceğim. Uygulama değişmezse 4 bin işçinin işine son vereceğim,” diye haykırması… Örnek mi? “Geleneksel Karabük Kültür Sanat Festivali’nin ilk günü bir konuşma yapan Latife Tekin, AKP’nin enerji politikalarını eleştirince Belediye Başkanı’nın hışmına uğradı. Mikrofonu kapatan Karabük Belediye Başkanı Hüseyin Eser, Tekin’in konuşmasını yarıda kesip kürsüden inmeye zorlama”sı… Örnek mi? Kapitalizmin giderek korku toplumuna dönüş(türül)mesi! Yani “Geride bıraktığımız on yıl boyunca, hükümetlerin korkutarak yönetme eğilimi güçlendi; 1990’ların küreselleşme ve ‘risk toplumu’ söylemleri, yerlerini giderek kriz ve korku söylemlerine bıraktı. Halklarına daha iyi bir gelecek sunamayan yönetici sınıfların, konumlarını korumak için giderek daha çok ‘korkutma’ ve ‘koruma’ ve ‘disiplin’ denklemine başvurarak toplumsal muhalefeti etkisizleştirmeye, bireylerin ‘özneye’ dönüşmesini önlemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu koşullarda kültür endüstrisinin de her gün ‘insanlığı yok edecek’ yeni bir tehlike keşfederek, yaratılan korkudan para kazanması da eşyanın (sermayenin) doğasına uygun bir gelişme…”[13] Toparlarsak; “AKP hükümeti bir taraftan rakiplerinin militarizmine karşı çıkarken diğer taraftan baskıcı ve otoriter devlet yapısını bu sefer Kemalizm ile değil fakat İslâmcı-muhafazakâr model üzerinden yeniden üretmekte değil midir? Çıkarılan yasalar bunun göstergeleri değil midir? Demokrasi meselesinin sadece kültürel haklarla değil aynı zamanda siyasal ve ekonomik haklarla birlikte ele alınması gerekmez mi? Neden söz konusu olan işçi ve emekçilerin hakları olduğunda bu mesele demokrasi ile bağdaştırılmaz? Bütün bunlar doğru ise, AKP ile Türkiye kapitalizminin ve siyasetinin daha demokratik bir yapıya büründüğünü ileri sürmek, Auguste Comte’un üç hâl yasasının tam da orta evresine denk düşen bir zihinsel geriliğin göstergesi değilse nedir?”[14] Evet, Tekel işçileri kapitalizme olduğu kadar AKP’ye karşı da ne yapılması gerektiği bir kez daha öğretiyorlar! Bunu yaparken de, burjuvaziye/ kapitalizme karşı sınıf mücadelesini, sendikaların ne olması gerektiğini, sosyalistlerin de ne yapması gerektiğini hepimize, herkese anımsatıyorlar…
İŞÇİ HAKLARI, İŞÇİLERİN DURUMU VE MÜCADELESİ
Evet, şunun altını çizerek belirtelim: Radikal sosyalistler ve muhalefet açısından TEKEL işçisinin öyküsü geleceğin de öyküsüdür… Ulaşılan koordinatlarda bunun bir çok nedeni vardır. İlki işçi sınıfının maruz kaldığı/ bırakıldığı saldırıdır; örnekleri hızla sıralayalım… Türk-İş’in, ‘Türkiye’deki Sendikal Hak İhlâlleri Raporu’nun ortaya koyduğu bulgular, vahim durumu net biçimde sergiliyor. Söz konusu rapora göre 2008 yılında 12 bin 359 çalışan “sendikal haklarını kullandıkları” için mağduriyet yaşadı. Raporda yer alan sendikal hak ihlâllerine ilişkin bazı örnekler şöyle:
Belediye-İş’in örgütlü olduğu bir belediyede işçilerin başka sendikaya geçmeleri için baskı yapıldı. Bunu kabul etmeyen işçiler baskı, tehdit ve sürgünlere maruz kaldı. Sendika baş temsilcisi belediyede ‘şoför’ olarak çalışırken ‘çim biçme’ işçisi olarak görevlendirildi. Baş temsilci ve şube mali sekreteri beş kişinin taşlı-sopalı saldırısına uğradı. 205 işçinin görev yerleri değiştirildi, 150 işçinin hizmet akitleri askıya alındı. Koop-İş Sendikası’nın örgütlenme çalışması yürüttüğü çeşitli market ve mağazalarda sendikal örgütlenme nedeniyle 116 kişi işten çıkarıldı. Tarım-İş’in bir taşeron şirketteki 10 üyesi sendikal örgütlenmeden kısa süre sonra işten çıkarıldı. Tekgıda-İş’in Çanakkale’deki bir süt ürünleri fabrikası için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na çoğunluk müracaatı sonrası sendika üyelerinin işten çıkarılmasına ve sendikalı işçilerin yaptığı işlerin taşeron firmaya devrine başlandı. Türkiye Maden-İş’in Isparta’da örgütlü olduğu bir işyerinde, işveren, yemekhanedeki toplantı sırasında “Sen ne hakla sendikayı temsil edersin” diyerek diğer temsilcilerin önünde işyeri baş temsilcisine tokat atıp, daha sonda işine son verdi. Türkiye Maden-İş’in Çorum’daki bir iş yerinde yürüttüğü örgütlenmede aktif olarak yer alan işçiler işten çıkarılarak diğer işçilere gözdağı verilmeye çalışıldı. Sendika üyesi işçilere istifa etmeleri için baskı yapıldı, etmeyenler işten çıkarıldı. Tekgıda-İş’in Balıkesir’de örgütlendiği bir işyerinde sendika üyeleri ‘topluca’ işten çıkarıldı. Tekgıda-İş’in örgütlü olduğu bir kamu işyerinde işçilere ‘siyasi güç’ de kullanılarak sendika değiştirme baskısı yapıldı. Belediye-İş’in İstanbul’da aldığı grev kararını işyerine asmak isteyen işçilere, polis gaz ve tazyikli suyla müdahale etti. Belediye-İş’in örgütlü olduğu bir belediyede 126 sendikalının işine son verildi. İstanbul’daki bir belediyede sendika değiştirerek Belediye-İş’e üye olan bir işçiye ‘sokağını süpürme’ görevi verildi.
İş bunlarla bitmiyor; Türkiye, Cenevre’de düzenlenen 98. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Konferansı’nda işçi hakları açısından en kötü ülkeler listesine girdi. Gerçekten de işçi hakları ve işçilerin durumu açısından giderek bir cehennemi andıran Türkiye’de istihdam edilenlerin yüzde 46.4’ü kayıtdışı çalışıyor. Yani 22 milyon 213 bin olan çalışanın 10 milyon 305 bin kişisi, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı bulunmadan istihdam ediliyor. Ortalama “2 Çalışandan 1’inin kayıtdışı” olduğu Türkiye’de “İşveren ‘kiralık işçi’de ısrarlı”yken; Tuzla örneğindeki üzere iş “kaza”ları (cinayetleri) gündelikleşmiştir! Bilindiği üzere Tuzla tersanelerinde kayıtlara geçen ilk ölüm 1985’te meydana geldi. O tarihten AKP’nin iktidara geldiği 2002’yekadar geçen 17 yıllık dönemde ölen işçi sayısı 38’di. Tuzla tersanelerinde 5.5 yıllık AKP iktidarı dönemindeyse 46 işçi hayatını kaybetti. Limter-İş Sendikası’nın verilerine göre de Tuzla tersanelerinde 5 Mart 2007’den 29 Mart 2008’e kadarki dönemde ölen işçi sayısı 21 idi... Sonrasında Tuzla’da ölen işçi sayısı Aralık 2009’da 130’a ulaşırken tersane patronları en fazla 2 yıl hapis cezası alıyordu… Özetle Çalışma Bakanlığı müfettişleri 3 bin 18 işyerinde iş kazası incelemesi yaptı. Müfettişler korkunç bir tabloyla karşılaştı. İnceleme sonunda, iş kazalarında 670 kişinin öldüğü, 549 kişinin ise sakat kaldığı tespit edildi… Evet kot kumlama işçiliği yaparken “silikozis”e yakalanan İbrahim Güloğlu, söz konusu iş hastalığına kurban giden 43. işçiyken; durum bu! Bun(lar)a bir de, kriz faktörünü eklemeden geçmeyelim… Türk-İş’in Krize Karşı Emek Masası’na gelen bilgilere göre, 2009’un Mayıs ayında ağırlıklı olarak otomotiv ve gemi inşa sanayinde olmak üzere 1106 Türk-İş üyesi işten çıkarıldı. Kriz nedeniyle işten çıkarılan Türk-İş üyesi sayısı 8 aylık dönemde 40 bini aştı. Ayrıca Türk-İş’in verilerine göre, Ekim 2008-Temmuz 2009 dönemindeki 10 ayda, “ekonomik kriz gerekçesiyle” konfederasyona bağlı sendikalara üye 40 bin 755 işçi işten çıkarıldı. Sonra Kızılay’ın üç çalışanın işine sendikal faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle son verdi. Kızılay daha önce de benzer girişimlerde bulunmuş ancak çalışanlar yargı kararıyla işe dönmüştü. Nihayet işçilere yönelik şiddet! Örnek mi? İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iştiraklerinden BİMTAŞ’a bağlı çalışırken toplu iş sözleşmesi yapmaya hak kazandıkları süreçte taşeron şirkete geçmeleri istendiği için Saraçhane Parkı’nda ‘Demokrasi Çadırı’ kurup direnişe geçen itfaiyecilere gece yarısı baskını yapıldı. İddiaya göre, sivil giyimli zabıtalar falçatalarla çadırı kesip kaldırırken eylemcilere biber gazları da sıkıldı. İtfaiyeciler dört arkadaşlarının yaralandığı baskınla ilgili suç duyurusunda bulunuldu. Tam da bu noktada, “sendikaların durumu”nu Engin Ünsal, “Sendikalar tarihinin en sancılı ve zor dönemini yaşamaktadır. Kâğıt üzerinde sendikalar vardır ve özgürdür ama gerçekte sendikalar üye sayısı yönünde çok kan kaybetmiştir, güçsüzdür ve sendika bağımsızlığı siyasetin pençesinde özünden çok şey yitirmiştir,”[15] diye betimlediği dibe vurmuşluk hâli Tekel işçilerinin mücadelesiyle ters yüz edilmektedir… Yani “İşçilerin mücadele bilinci”[16] olumlu düzlemde katlanmakta ve büyümektedir… Örneğin AKP iktidarının baskısıyla Hak-İş ve Memur-Sen’in yüzde 800 büyütüldüğü; veya 5 Temmuz 2008 tarih ve 26927 sayılı Resmi Gazete yayımlanan 2008 Yılı Kamu Görevlileri İstatistikleri’ne göre Memur-Sen Konfederasyonu’nun AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 41 bin 871 üyesi varken bu sayının 2008 yılında 314 bin 701’e yükseldiği verili tabloda Türk-İş Başkanı dahi, “Devlet çalışanları sürekli aldatıyor,” demek zorunda kalırken; ortaya çıkan bilinçle de, AKP’nin sendikalar üzerindeki oyunları deşifre oldu, oluyor da… Sadece bu kadar mı? Elbette değil; 4-C dayatmasını -işçilerin deyimiyle- “C-4”e (patlayıcı madde) benzeten işçilerin kavga hedeflerinden birisini de facto olarak özelleştirme oluşturuyor! Görünen odur ki işçilerin, egemenlik(ler)den adım/ adım kopuşu, giderek derinleşecektir; bu süreci, kriz ve ekonomik yıkım durumu güçlendirecektir…
KRİZ VE TÜRK(İYE) EKONOMİSİ
Müthiş bir krizin orta yerindeyiz; kapitalizmin sürdürülemezlik krizi bu; Türk(iye) ekonomisini de temellerinden sarsıyor… Yerkürenin; küreselleşmenin iflasıyla çakılmasıyla eş zamanlı kesitte yaşanan kriz sıradan bir ekonomik kriz değil; kapitalizmin büyük bunalımından geçmekte olduğunun kanıtıdır. 2008-2009 Bunalımı, kapitalist sistemin egemen ve yönetici sınıf ve katmanlarının çok yoğun bir çürüme içinde olduklarını ortaya koydu. Eski FED Başkanı Greenspan da 23 Ekim 2008’de ABD Kongresi’ndeki “tanık”lığında, “Yüzyılda bir gerçekleşecek bir kredi tsunamisinin içindeyiz. Kredi veren kurumların, kendi çıkarları için, hissedarlarının hisselerini de koruyacaklarını düşünenler şoktalar (özellikle de ben). İnanamıyoruz,” diye haykırıyordu… Kolay mı? Dünya ekonomisi 2009 yılında yaklaşık yüzde 1 oranında daralma gösterdi. Dünya ekonomisinin bir bütün olarak gerilemesi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa yaşanan bir olguydu. Krizin başlangıcından bu yana ABD’de 4.2 milyon istihdam kaybı yaşandı. Avrupa’da ve ABD’de işsizlik oranları yüzde 10’un üzerine çıktı. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kriz süresince toplam istihdam kayıplarının 20 milyonu aştığını, bunun da ötesinde işsizliğin uzun dönemli ve yapısal bir niteliğe bürünerek kalıcı hâle gelmekte olduğunu vurguladı. Tüm dünyada ücret gelirleri gerile(til)di ve emeğin, iş güvencesi başta olmak üzere, sosyal kazanımları askıya alındı. Waşington DC merkezli Ekonomi Politikaları Enstitüsü raporlarına göre istihdamdaki daralmayla birlikte 2008-2012 arasında küresel krizin ABD emekçilerine faturası 1 trilyon dolar ücret kaybı anlamına gelmektedir. İş elbette bunlarla da sınırlı değil! Krizle mücadele adına yapılan devlet borçlanmaları uluslararası piyasalarda inanılmaz ölçülerde bir şişkinlik yarattı. Yunanistan’ın gerçek devlet borcu bilinmiyor. Brüksel’deki tedirginlik hızla yayılıyor. İzlanda ve hemen sonrasında da Macaristan ile Yunanistan’ın ödeme güçlüğüne girdiklerinin ilanıyla birlikte, Avrupa ekonomilerinin eskisini aratabilecek bir krize doğru daha hızlı yol aldıkları ileri sürüldü. Ödeme krizine giren dev şirketleri ve kamu kurumlarını borçlanarak kurtaran devletlerin piyasalarda büyük bir şişkinlik yarattığı, adeta “finansal piyasalar köpüğünden devlet köpüğü aşamasına geçildiği” belirtildi. Morgan Stanley’in Almanya Müdürü Dirk Notheis açıklamalarında, birçok devletin ödeme gücünün sınırında olduğuna dikkat çekti. Notheis ve bir dizi uluslararası uzman, ‘Handelsblatt’ın sorularını yanıtlarken, bir “bumerang düzeneğiyle karşı karşıya olunduğunu” da hatırlattılar. ‘Financial Times Deutschland’ ile ‘Handelsblatt’ın arka arkaya işledikleri geniş haberlerde devletlerin borçlanarak neden olduğu yeni şişkinliğin, ABD’de düşük ödeme gücüne sahip olanlara satılan konutlardan kaynaklanan köpüğü geride bırakabileceği vurgulandı. Sadece küçük üyelerin değil AB’nin motoru konumundaki Almanya’nın da büyüyen devlet borcunun altında zorlandığına dikkat çekilirken, AB Komisyonu, Berlin’in bile 2010 yılı borçlanmasının milli gelirin yüzde 77’sini bulabileceğini hatırlattı. Avrupa Merkez Bankası Jean-Claude Trichet’nin de Avro bölgesindeki ülkelere ısrarla “orta vadede devlet maliyesini konsolide etmeleri” çağrısında bulunması, büyüyen tehlikeyle bağlantılandırıldı. Yunanistan, 2009 Ekim’in de bütçe açığının gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 12.5’i olduğunu açıklayıp piyasalarda şok yaratınca, AB’nin istatistik enstitüsü Eurostat, ülkenin ekonomiye ilişkin verilerini güvenilmez bulduğunu bildirdi. Özetle “düze çıktı” yalanlarına sarılan kapitalizmin Dubai, ardından Yunanistan ve diğerleriyle yüzleştiği gidişatta somut olgular ve saptamalar, sistemin meşruiyetinin dayanaklarını ortadan kaldırmıştır ve krizi bir sistem bunalımı hâline getirmiştir. Bu algılama yaygınlaştıkça da, kapitalizmin aşılması gündeme gelecektir. Egemen çevreler de durumun, tehlikenin farkındalar. Sistemi hedef alan, köktenci bir eleştiri söyleminin oluşmaması, sistem-dışı siyasi akımların yeni bir dalga hâlinde yeşermemesi için özel çaba sarf ediyorlar. Sistemi hedef alan bir muhalefet, ara-aşamalardan geçmeden yeşeremez. Önce ekonomik bunalımın kısa dönemli siyasi yansımalarını izlemek gerekir. Büyük ekonomik bunalımların siyasete taşınması tek yönlü değildir. Bir önceki büyük bunalımın siyasi yansımalarını hatırlayalım: 1929’u izleyen on yıl içinde Almanya, İtalya, Doğu-Orta Avrupa faşizme sürüklenmiş; Fransa, Halk Cephesi ile ABD ise “New Deal” sayesinde emekten yana dönüşümlere yönelmişti. İki kriz yılında (2008-2009’da) gözlenen siyasi değişimler hangi doğrultudadır? Metropol ekonomilerinde sistem-karşıtı hareketlerin önem kazanması henüz gündemde değildir. Radikalleşmeyi emperyalist sitemin çevresinde aradığımızda Latin Amerika öncelik taşıyor. Zira, XXI. yüzyılın başlarından itibaren sermayenin tahakkümüne sınıf-tabanlı muhalefet çizgileriyle karşı çıkan ve bu direnmeyi iktidara taşıyan deneyimlerin çoğu, o coğrafyada gerçekleşmektedir. “Başka bir dünyanın mümkün olduğu” algılamasını geleneksel sol çizgilerle birleştiren Latin Amerika’daki siyasi hareketlerin, uluslararası bunalım koşullarındaki kaderi bu bakımdan önemlidir. Ancak radikalleşme, sadece Latin Amerika ile sınırlı değildir; Ortadoğu’da (Türkiye ve Kürdistan’ı içeren ölçekte) bu sarmalın içindedir. Liberal ahlâk(sızlık) ile yoksulluk”un iç içe geçtiği[17] “Türkiye, toplum olarak tümüyle dibe doğru batıyor. Ciddi bir çözülme içerisindeyiz. Bireysel olarak yıkımlar arttı. İnsanlar öldürüyor, yakıp yıkıyor, çalıp çırpıyorlar. Çaresizlik dört bir yanımızı sarmış durumda.”[18]
“VERİLER”[19] İŞSİZLİK KÂBUSU Resmi işsizlik yüzde 15, gerçek işsizlik yüzde 22 ve sayıları 6.3 milyon. Genç işsiz sayısı 1 milyonun üstünde. Kentlerde kadınların üçte biri işsiz. KÜÇÜLEN EKONOMİ 2009 küçülmesi yüzde 6’yı aştı. Ekonomi 4 çeyrektir daralıyor. Sanayide kapasitenin yüzde 30’u boş. Küçülme, işsizlerin iş umudunu azaltıyor. Kişi başına gelir kaybı 2009’da 1890 dolara çıktı. GEÇİM SIKINTISI Asgari ücret, mutfak giderinin ancak yüzde 70’ine yetiyor. Aileler, ancak mutfağa harcama yapıyor, 140 milyar TL borçları var, 9 milyar TL borç batık. EMEK GELİRLERİ AZALIYOR Emekliler 60 TL’lik zamma öfkeli. Memur maaş zamları yetersiz. Özel sektör işçilerinin çoğuna 2009’da zam yapılmadı, tersine ücretleri bile indirildi. BÜTÇE AÇIKLARI Merkezi bütçe 2009’da 60 milyar TL açık verecek, 2010 açığı da 50 milyar TL. Bütçede faiz ve SGK açıklarından geriye fazla bir para kalmıyor. Tarım ve hanehalkı harcamaları azalıyor. BORÇLAR ÇIĞ GİBİ ARTIYOR Bütçe açıklarını büyüttükçe, kamu borçları da 450 milyar TL’yi buldu. Kişi başına kamu borcu 4109 dolar... Dış borçlar 269 milyar dolara çıktı. Üçte ikisi özel sektör borcu. BATAN BATANA Bankalara ödenemeyen krediler 15 milyar TL, karşılıksız çek sayısı 2 milyon, tutarı 16 milyar TL’ye; protestolu senet sayısı 1.5 milyona, değerleri 7 milyar TL’ye yaklaştı.
İzmir’de bir yılda icra takibinde olan dosya sayısının 1 milyonu bulduğu; bankalara ödenemeyen kredilerin 15 milyar TL, karşılıksız çek sayısının 2 milyon, tutarının 16 milyar TL’ye; protestolu senet sayısının 1.5 milyona, değerleri 7 milyar TL’ye yaklaştığı; kredi kartı sahibi 487 bin 989 kişiyle imzalanan protokolle, 1 milyar 598 milyon 94 bin 444 liralık borcunun yeniden yapılandırıldığı ekonomik tabloda 2008 Eylül ayında yüzde 3 olan bireysel kredilerin takibi gecikmiş alacaklara dönüşüm oranı, 2009 Ağustos ayında yüzde 5.9’a yükseldi. Merkez Bankası Risk Merkezi verilerine göre, 2009 Eylül ayı itibarıyla tasfiye olunacak kredi kartı ve tüketici kredisi borcu bulunan toplam kişi sayısı 2008 yılı sonuna göre yüzde 52.2 artışla 1 milyon 664 bin 301 kişiye ulaştı. Yani krizde bankaların takibe düşen kredi oranlarında yüzde 76’lık bir artış olmuşken; Türkiye’de 2.5 milyon kişi kart borcunu ödeyemiyor. Türkiye’nin kamu ve özel sektörün toplam dış borçları da 2002 yılı sonundan Haziran 2009’a kadar olan dönemde yüzde 107.4 oranında artış kaydetti. 2002 yılı sonunda 129.5 milyar dolar olan dış borç stoku Eylül 2009 sonunda 273.5 milyar dolara kadar çıktı. Dış borç stokunda bu dönemde yaşanan 143.9 milyar dolarlık artışın büyük bölümü özel sektörün borçlanmalarından kaynaklandı. 2002 yılında 6.4 milyar dolar olan Türkiye’nin kamu ve özel sektör olarak dış borçları için yabancı kreditörlere ödediği faiz miktarı 2008 yılında 11.8 milyar dolara kadar yükseldi. Ekim 2009 sonu itibarıyla son bir yıllık dönemde Türkiye’nin dış borçları için ödediği faiz miktarı ise 11.1 milyar dolar olarak gerçekleşti. Özetle devletin mali krizi, tüm Türkiye için de geçerli. Türkiye’de bütçe açıkları 2009’da 60 milyar TL’yi bulduktan sonra, 2010’da, hedeflenen yüzde 3.5 büyümenin gerçekleşmesi hâlinde bile 50 milyar TL’nin altına düşmeyecek. Kamunun borç stoku şimdiden 450 milyar TL’yi aşmış, 500 milyar TL’ye doğru koşuyor… Evet AKP iktidarının 2009’da hızla büyüyen ve 2010’da en büyük baş ağrısı olacak kamburlarını, büyüyen bütçe açığı ve açığı kapatmak için çığ gibi büyütülen borç stoku oluşturuyor… 2009’un ilk 10 ayında 43 milyar TL, ekimden geriye 12 ayda ise 56 milyar TL’ye ulaşan bütçe açığı, 12 aylık milli gelirin (717 milyar TL) yüzde 7’sine yaklaşmıştır. Bu açıkları kapatmak için başvurulan kamu borçlanması ise Türkiye’nin borç stokunu devasa boyuta ulaştırmıştır. Bir ek daha: Türkiye’de bütçede açık yüzde 460 artarak 8 milyar lirayı aştı. Bütçe giderleri yüzde 18.6, gelirleri binde 3 azaldı... Çözülmekte olan Türk(iye) ekonomisinin somut verilerine göz atarsak; Başbakan Erdoğan’ın, “Yine söylüyorum kriz teğet geçiyor, teğet.” “2010’da krizden tamamen arınacağız,” saptamalarının komikliği ortaya çıkar. Meral Tamer’in, “2010 Yılının 2009’u aratmaması dileği”ni dillendirdiği tabloda Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı da, “2008-2009 deprem yıllarıydı, 2010 ve 2011’de ‘artçılar’ gelebilir,” uyarısının altını çizerken; profesör Korkut Boratav da, Türkiye ekonomisinin 1994 ve 2001 yılında yaşanılan krizlerden daha büyük bir bunalımın içinden geçtiğini söyledi... Bunların yanında ekonomist Bartu Soral, küresel kriz sonrasında Türkiye’nin toparlanma sürecinde öncü ülkeler arasında yer alacağı görüşüne katılmadığını belirterek, “İşsizlik ve gelir dağılımı bozukluğu sonucu bütün ülkede yangın var. Hükümetin orta vadeli programında bu sorunları çözecek hiçbir önlem yok. Ne istihdam artışı için yatırım var, ne üretim var,” dedi. İş aramaktan vazgeçenler eklenince toplamda yüzde 20, 15-24 yaş arası gençlerde ise yüzde 30 oranında işsizlik olduğunu vurgulayıp, bütçe açıklarının 2010’da ekonomiyi çok zorlayacağını ifade eden Soral, “Bu bütçe nasıl denk olacak, yatırımlara kaynak nasıl ayrılacak; bu soruların tamamı yanıtsız. Türkiye’nin kriz öncesi yılda, yani 2007’de, 55 milyar dolar dış ticaret açığı, 270 milyar dolar dış borcu, yüzde 15’e yakın işsizlik oranı vardı,” dedi. Gerçekten de işsizlik Türkiye’nin giderek “kronik”, yapısal bir sorunu hâline dönüşmektedir. TÜİK’in ilk kez açıkladığı il bazındaki işsizlik verileri, Batı ile Doğu arasındaki uçurumu bir kez daha ortaya koyarken; büyüyen işsizlikle birlikte toplumda geçim sıkıntısı giderek büyüyor. Sayıları 6 milyon olan işsizler evlerine ekmek götüremezken işi olanların gelirleri ise, yüzde 6.5’lik resmi enflasyon kadar bile artırılmadı. İşsizlik büyürken; eşitsizliğin de derinleştiği coğrafyamızda Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre her beş kişiden biri yoksuldur. TÜİK’in 2007 yılı verilerine göre en üst gelir grubunda bulunan yüzde 20’lik grup toplam gelirin yüzde 46.9’unu alırken, en düşük gelir grubunda bulunan nüfusun gelirden aldığı pay yüzde 5.8’de kaldı. “En zengin yeri ile en fakir yeri arasındaki gelir ve refah farkının 300 katları aştığı Türkiye”de[20] (gelir dağılımı verileri Türkiye ortalamasında zenginle fakir arasındaki uçurumu gösteriyor. İstanbullunun ortalama geliri Güney Doğu’nun en zengin yüzde 20’lik dilimin gelirinin üstünde… Kamu-Sen’in ‘Gelir Dağılımının İyileştirilmesi Sorunu ve Politikalar’ başlıklı raporuna göre, Türkiye OECD ülkeleri arasında gelir dağılımı en bozuk üçüncü ülke durumunda. Raporda, Türkiye’de hâlen en düşük gelire sahip 14 milyon kişinin, toplam gelirin yalnızca yüzde 6.1’ini, en yüksek gelirli 14 milyon kişinin ise toplam gelirin yüzde 44.4’ünü aldığı belirtildi. Türkiye’de en düşük gelirli grup ile en yüksek gelirli grup arasında yaklaşık 7.3 kat fark bulunduğu vurgulanan raporda, uluslararası bilim çevrelerine göre, bu farkın 8 kat olması durumunda ülkede sosyal patlamalar yaşandığına dikkat çekilip, “Buna göre Türkiye, 7.3 kat farkla son derece kritik bir eşikte bulunuyor,” denildi. Kapitalistlerin sömürü çarkı tam istim dönerken; tüm bunların kaçınılmaz getirisiyse, yoksulluğun katlanmasıdır! Örneğin ‘Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, “Türkiye’de 10 milyon kişi yardımla yaşıyor”ken; Türkiye’de, hane halkı geliri bakımından nüfusun yüzde 20’si yoksulluk sınırı altında yer alıyor.
İNSAN VE İSYAN
İfadeye gayret ettiğimiz koşullar insan(lık)ın isyan edeceği münbit zemini oluşturur… Ancak; bunun böyle olmasına karşın; içinden geçilen döneme ilişkin olarak Nihat Behram’ın, “… ‘Okumuş zümre’ sarsak olmadı bu denli hiç, bu denli ruhsuz, onursuz, ürkek, yardakçı, sümsük... Arsızlaşmadı beyin bu denli hiç, yitirip utanma duygusunu...” uyarısı da göz ardı edilmemeli… Gerçekten de verili isyan zemininde; T. Adorno’nun, “Yanlış yaşam doğru yaşanmaz”; Slavoj Zizek’in, “Gerçek tarafından alt üst edilen özne, kendisinin ve dünyasının güçsüz bir seyircisine dönüşür,”[21] uyarılarıyla kavranması mümkün olan “negatif diyalektik”in unsurları bütün diriliğiyle karşımızdadır… José Saramago’nun, ‘Körlük’ başlıklı romanında, körlük olgusunu metafor olarak kullanarak, bir ülkenin nasıl fark edilmeden değiştirildiğini anlatırken betimlediğine benziyor içinden geçtiğimiz kesit… Körlerin değil, çeşitli körlüklerin var olduğunu anlatan Saramago’nun yapıtı, sonunda, körlükten kurtulmanın bir zaman sorunu olduğunu vurgulayarak; roman kahramanına, “Neden kör olduk?” diye sordurur… Tarihin hızlandığı bir kesitte; “körlükten kurtulmak” bir zaman ve mücadele sorunuyken; “Daha çok zaman var...” “Biraz zamana bırakalım...” diyemeyiz… “Zaman kötülüğü” türünden “gerekçeler”in ardına sığınamayız… Hayır; “Daha çok zaman yok”! Çok şeyin zamanı geldi de, geçiyor… Hayır; “Hiçbir şeyi zamana bırakamayız”! Çok şey sıkışmışken daha çok zaman yok… Hayır; “Zaman kötü falan değil”! Şimdi her şeyin zamanı… Evet, şimdi toplumsal bilinç daralmasına karşı gerçeğin tufanına sarılma zamanıdır; kapitalizmin giydirilmiş insan kimlikleriyle zihinleri uyuşturan pembe bulutu dağıtmamız gerek… Tekel işçilerinin de yaptığı budur; Tekel işçilerinin mücadelesi bunun için önemlidir… Evet Yılmaz Aysan’ın, “İsyan hâlâ devam ediyor ve 3009 yılında da olsak bitmeyecek. Çünkü her zaman istemediğimiz şeyler oluyor,” diye ifade ettiği eksende Tekel işçileri; İspanya’da ETA; Nepal’de başkaldırı; Sri Lanka’da ise zulme karşı direnen Tamil Kaplanları iradesidir… Yani bir ütopyanın yüzünü sokaklara dönmüş hâli ve onun herkese anımsatılmasıdır… Hayır tarihin itici gücü ütopyalara bugünlerde, dudak bükülüyorsa da çağ açıcı düşüncelerin gücü hiç ama hiç azaltılamamıştır. Her cinsten zorbalığa, sahtekârlığa, düzenbazlığa ya da aymazlığa rağmen insani olan yok edilemiyor. İnsani ve sınıfsal olan yok edilemiyor, edilemez de… Guillaume Perrier’nin, Le Monde’da yayınlanan ‘Üçüncü Dünya Savaşı, Türkiye’den Çıkabilir...’ başlıklı makalesinde, “Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor,” dediği güzergâhta tarih değişimi getirip önünüze koyuyor. Şimdi biz(ler)e düşen değişimin hangi yönde olmasını istediğimizi ortaya koymaktır.
|
(1506 okuma)
(Devamı... )
|
TARİH HIZLANIRKEN!

“Cambia, todo cambia…”[1] “Yoksulluk” üzerine konuşmam istendi benden; ne demeliyim; ne diyebilirim? En iyisi birbirinizin suratlarına, ellerine bakın; orada yoksulluğu/ yoksunluğu, bütün derinliği ve sarsıcılığıyla göreceksiniz… Her şey ayan beyan ortada olsa da; yine de yoksulluğun, sürdürülemez kapitalist yoksayıcılığın eseri ve kaçınılmazlığı olduğuna dair bir şeyler anlatabilirim. Evet, ben konuşmamda bunu yapacağım; yani Charles Buxton’un, “Çok kere, en kuvvetli eleştiri ses çıkartmamaktır”; ya da S. Kierkegaard’ın, “Sessizliklerin en kesini susmak değil, konuşmaktır,” saptamalarına aldırmadan; açık açık, açlık ile onu yaratan kapitalizmin organik bağıntısını sergilemeye çalışacağım… Ancak bunu yaparken; Uludağ Üniversitesi ‘Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu’ndan Öğretim Görevlisi Melahat Ala’nın ‘Yoksulluk ve Küresel Çözümsüzlük’ başlıklı yazısında, “Yoksulluk, bir ülkenin sosyo-ekonomik koşullarından kaynaklanan bir sorun ve oldukça geniş ve farklı şekillerde kullanılan, politize edilmeye en açık kavramdır. Yoksulluk kavramı kullanıldığı yere göre değişmektedir,”[2] diyen “nötr”/ “belirsiz” tutumdan uzak duracağım… Bana göre, kapitalizm sürdürülemez bir felakettir; yoksulluğun doğrudan nedenidir… Örneğin, Afrika’nın kara renkli insanları açlıktan ölürken Amerikalı kara tenisçi Serena Williams’a, bir turnuva birincisi olarak, bir buçuk milyon dolar ve bir gümüş kupa verilirken… İnsani bütün kaygılardan soyutlanmış kapitalizmin daha mide bulandırıcı bir fotoğrafı çekilebilir mi? Kaldı ki, Roma Katolik Kilisesi’nin lideri Papa XVI. Benediktus’un dahi, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün Roma’daki zirvesinde “Açlık, nüfus artışıyla ilgili bir konu değil. Yeryüzü, kendi sakinlerini besleyebilecek kaynaklara sahip. Gıdadaki fiyat artışı, zengin ülkelerin israfçılığı ve bencilliği dünyadaki açlık sorununun giderek artmasında önemli bir rol oynuyor;” ya da Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) gıda güvenliği zirvesinde konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bile, “Yoksul ülkelerdeki içler acısı manzarayı izlediğimiz gibi zengin ülkelerdeki sınırsız tüketimi de biliyor ve görüyoruz. Bu manzaranın sürdürülebilir olmadığı açıktır,” demek zorunda kaldığı yerkürede; “Ülkeler arası eşitsizliğin nedenini coğrafya, iklim veya tarihte arayanlar yanılıyor,” vurgusuyla Daron Acemoğlu altını çizdiği gerçeklerle ekliyor: “Biz zenginiz, hâli vakti yerinde ve gelişmiş olanlarız. Ve geri kalanların büyük kısmı, yani Afrika, Güney Asya ve Güney Amerika’dakiler, dünyanın Somalilileri, Bolivyalıları, ve Bangladeşlileri zengin olmayanlar. Her zaman böyleydi, zenginlikle yoksulluk, sağlıkla hastalık, gıdayla kıtlık arasında bölünmüş bir küreydi bu; fakat günümüzde ülkeler arasındaki eşitsizlik inanılmaz boyutlarda: Ortalama Amerikan vatandaşı, ortalama Guetamalalı’dan 10 kat, ortalama Kuzey Koreli’den 20 kat ve Mali, Etiyopya, Kongo veya Sierra Leone’de yaşayanlardan 40 kat daha zengin.”[3] Verili tabloda 1.5 milyar insan açlık sınırındayken; açlık ve susuzluk “hemen şimdi” önlem alınmazsa giderek artacaktır. Açlıktan, kuşkusuz, çocuklar da nasibini alıyor. BM verilerine göre aç çocukların sayısı 40 milyon gibi vahim bir düzeydedir. Yoksulluk sınırı altındaki çocukların sayısı ise 380 milyon. Dünya zengini ABD’de bir milyon çocuk az beslenme sorunuyla karşı karşıyadır. Daha fazla kâr hırsıyla yarattıkları finansal krizde batma tehlikesiyle karşı karşıya olan bankaları ayağa kaldırmak için milyarlarca doları gözden çıkaran Amerika, bir milyon az beslenen çocuğunun bu yaşamsal sorunu karşısında çaresizdir. Kronik açlığın yaşandığı Afrika ve Uzakdoğu ülkelerini bırakınız, zengin Fransa ve İtalya gibi Avrupa ülkeleri de açlarına, az beslenenlerine, evsiz barksızlarına çare üretmekte yayadır. Yoksul, aç, az beslenen, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksun, ağır işlerde yok pahasına zorla çalıştırılan, eline silah verilerek savaşa sürülen, Tanrının her günü otuz bini ölüp giden çocuklar günümüz dünyasının yüz karası, bağışlanmaz insanlık ayıbıdır. BM uzmanı İsviçreli bilim adamı Jean Ziegler’in deyişiyle “İnsanların açlıktan ölmesi, insanlığa karşı işlenen bir cinayettir.” KAPİTALİZMİN CİNAYET(LER)İ BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, dünyada 1 milyar insanın açlık sorunuyla boğuşmasına seyirci kalınamayacağı vurgusuyla, “Sadece bugün itibarıyla 17 bin çocuk açlıktan ölecek: Her beş saniyede bir çocuk, yılda 6 milyon çocuk açlık yüzünden can veriyor,” derken; hâlen dünyada her altı kişiden biri kronik açlık sorunuyla karşı karşıya ve yaşadığımız küresel ekonomik kriz, açlık sorununu giderek derinleştiriyor. Sorun ciddi ve uluslararası toplum öncelikle bir milyar insanın doyurulması için acil olarak tedbir almalı. Her yıl bir trilyon doları aşan parayı savaşa hazırlık ve askeri silahlanma için harcayan dünya devletleri ne yazık ki, açlık, fakirlik ve yaygın hastalıkla mücadele için yeterli kaynak ayırmıyor. Oysa bu harcamanın çok küçük bir miktarıyla Afrika’nın tüm açları doyurulabilir. FAO’nun 2009 tahminlerine göre, dünyada hâlen 1 milyar 50 milyon kişi kronik açlık ve yetersiz beslenme sorunuyla karşı karşıya. Bu rakam, 1970’lerden bu yana gözlenen en yüksek açlık oranı. Açlık ve fakirliğin artışında temel sorunların başında yükselen gıda fiyatları geliyor. Ne yazık ki, gıda fiyatları uluslararası piyasalarda son yıllarda inanılmaz artışlar gösterdi. İnsanların temel besin maddesini oluşturan buğday, pirinç, mısır gibi tahıl ürünlerinin fiyatları kısa sürede yüzde 200-300 artış gösterdi. Etiyopya, Mısır, Pakistan ve bazı Afrika ülkelerinde halkın gıda fiyatlarındaki artışa isyan etmesi, bu ülke hükümetlerini siyasi olarak zor durumda bıraktı. Gıda tüketiminin çok büyük çoğunluğunu ithalat yoluyla karşılayan bazı petrol zengini Körfez ülkelerinin gıda faturası ikiye katlandı. Bu tabloda FAO’nun tahminlerine göre, 2007-2008’de buğday ve pirinç gibi temel ürünlerin fiyatlarındaki artış ile küresel mali krizin ortak etkileri sonucunda 2009 yılında aç insan sayısı yaklaşık 100 milyon arttı. FAO verileri, mali krizin ve gıda fiyatlarındaki artışın vurduğu ciddi darbeden önce de dünyada sayısı gittikçe artan bir aç nüfusun mevcut olduğunu gösteriyor. 1990-1992 arasında 842 milyon olan aç insan sayısı, 2003-2005’te 848 milyona çıktı, bu sayı 2008 yılında ise yaklaşık 915 milyona yükseldi. Ayrıca ABD Tarım Bakanlığı tarafından yayınlanan bir raporda, 2008 yılı itibariyle 4 milyondan fazla ABD’li çocuğun daha önceki yıllara göre açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğu açıklandı. Raporda, ülkede iyi beslenemeyen ABD’li sayısının 49 milyon kişiye ulaştığı belirtildi. Devam edelim; yerkürede her iki saniyede bir çocuk ölüyor dünyada ama kimin umurunda! Dünyada 1 milyar 100 milyon sağlıklı beslenemeyen çocuk var. Evsiz sayısı 760 milyon... Hiç okula gitmemiş 170 milyon çocuk yanında, annesiz, babasız olan çocuk sayısı bilinmiyor. Yoksulluk sınırının altında 380 milyon çocuk yaşıyor ve 6 milyon çocuk sokakta… Çocuk Vakfı’nın hazırladığı ‘Dünya Çocuklarının Durumu Raporu’ndaki bilgilere göre, 2 milyar 850 bin çocuğun yaşadığı dünyada: 4 çocuktan 1’i yoksul… Yoksulluk sınırının altındaki çocuk sayısı: 380 milyon… Aç çocuk sayısı: 40 milyon… Açlık nedeniyle ölen çocuk sayısı günde 30 bin kişi… Yine FAO rapora göre; Asya ve Pasifik’te yaklaşık 642 milyon, Güney Afrika’da 265 milyon, Latin Amerika ve Karayipler’de 53 milyon insan açlıktan ölmemeye çalışıyor. Doğu ve Kuzey Afrika’da 42 milyon insan aç... Gelişmiş ülkelerde ise, 15 milyon insan açlık sınırında yaşıyor... FAO Genel Direktörü Jacques Diouf’a göre 1 milyarı aşkın insan açlık sınırında. Bunda iklim değişikliğinde ortaya çıkan tarımsal kayıp ve küresel ekonomik krizin etkisi oldukça yüksek… Evet, açların sayısı her yıl daha da artıyor. Hem de tehlikeli biçimde artıyor: 1960’ların sonunda 878 milyon kişi olan açlar ordusu, 1990’ların ortasında 825 milyona indirilebilmişti. Hem de dünya nüfusundaki artışa rağmen. Sonra grafiğin eğrisi yeniden yukarı tırmanmaya başladı ve 2008 yılında 900 milyonu aştı, 2009 yılında ise 1 milyar tavanını deldi: 1 milyar 17 milyon kişi. Yani kapitalizmin cinayet(ler)i büyük bir süratle devam ediyor! Bu tabloda “Dünyadaki büyük adaletsizliklere çare bulamayan, hatta kayıtsız kalan bir sistem sürüp gidemez, insanlığın kaderi bu olamaz,” diyen Fikret Şenses ekliyor: “Dünyada her yıl, kötü beslenme başta olmak üzere önlenebilir nedenlerden 11 milyon çocuk ölüyor. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesiminin toplam geliri dünya nüfusunun en yoksul yüzde 57’lik kesiminin gelirine eşit. Yani en zengin 50-60 milyon kişi en yoksul 3 milyara yakın insanın toplam geliri kadar gelir elde ediyor”! Açlık ve yoksunluk tablosu sadece Güney’i değil; Kuzey’in “güney”in de vuruyor… Örneğin, ‘AB Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırma Birimi’nin (SILC) araştırmasına göre, Avusturya’da 1 milyon 18 bin kişi yoksulluk sınırı altında yaşıyor. 2008’de nüfusun yüzde 6’sına denk yoksulluk sınırı oranı 2009’de yüzde 12.4’e yükseldi... Bir zamanlar “Rüyalar Ülkesi” olarak lanse edilen ABD’de 50 milyon insan açlıkla boğuşuyor… ABD Tarım Bakanlığı’nın verilerine göre, 2008 yılında bu oran 2007’ye göre yüzde 3 oranında artış gösterdi. Yoksulluk, ABD ve İngiltere’nin bazı bölgelerinde bile fark edilir şekilde tırmanıyor. En zengin ülkelerde yaşayan nüfusun yüzde 12’sini yoksullar oluşturuyor. ABD’de çocukların yüzde 22’si göreli yoksul yaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerde her dört kişiden birinin mutlak yoksulluk içinde yaşadığı OECD raporunda ifade edilmiştir. Öte yandan Almanya’da yoksul çocukların sayısı da, diğer sanayi ülkeleriyle kıyaslandığında, daha fazla artış gösterdi. Şu anda yoksulluk içinde yaşayan çocukların oranı yüzde 16, başka bir deyişle sayısı 3 milyona ulaştı. Toplumsal araştırmalarıyla tanınan Rosa Lüksemburg Vakfı yöneticisi Murat Çakır sosyal devletin budanmasının Almanya’da yoksul-zengin farkını arttırdığını öne sürüyor ve toplumdaki eşitsizlik duygusunun son ekonomik önlemler sonrasında, daha da yoğunlaştığını söylüyor. Almanya’da fakirlik sınırı 781 Euro’nın altında kalan net gelir olarak tanımlanıyor. OECD’nin 2008 tarihli ‘Ekonomik büyümeye rağmen gelir dağılımında adaletsizlik’ başlıklı raporu, örgüte üye 30 devlet arasında refah düzeyi açısından toplum içindeki eşitsizliğin en çok arttığı ülke olarak Almanya’yı birinci sırada gösteriyor. 1985-2005 yılları arasında gelir bölüşümündeki dengesizliği değerlendiren rapora göre, Türkiye; Fransa, İspanya, İrlanda ve Yunanistan, İngiltere, Meksika, Yunanistan ve Avustralya ile birlikte eşitsizliğin azaldığı az sayıda ülkeden biri. Gelir eşitsizliği 2000 yılından bu yana Kanada, Almanya, Norveç, ABD, İtalya ve Finlandiya’da önemli ölçüde artmış durumda. KAPİTALİZMİN YARATTIĞI KARANLIK (TABLOSU) Bu tabloyu kapitalizm veya “serbest piyasa” denilen “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” aymazlığı yarattı… Burada durup, “Bir zengin yaratmak için kaç kişiyi sefalete, orantısız çalışmaya, ahlâksızlığa, aşağılanmaya, cehalete, üstesinden gelinemez talihsizliğe ve mutlak yoksulluğa mahkûm etmeniz gerektiğini hesapladınız mı?”[4] diyen José Saramago’nun haykırışını anımsatmadan geçmemeliyim… Yine konuyla bağıntılı olarak burjuvanın ahlâk anlayışını da sorgulayan Max Horkheimer, zengin bir adamın kendisi için servetler harcarken, çalışanlarından küçücük bir artışı esirgemesine dikkat çekip, bunu haksızlık olarak değerlendirdikten sonra, “Bu bir terbiyesizlik değil midir?” diye sorar ve ekler: “Evet ne güzel işliyor bu ahlâk anlayışı! Alman sanayisi, savaştan ve enflasyondan sonra eskiye oranla daha güçlenmiş; liderlerinden, derebeyi ve generallerinden hiçbirini neredeyse yitirmemiş; verdiği sözlerin hiçbirini de yerine getirmemiştir.” Bütün bu ahlâksızlığın yanı sıra, kendilerine karşı hak arayışında olanları bir kalemde çeşitli yaftalar ve aşağılamalarla anmalarını açık ve tepkisel bir dille anlatır…[5] Burjuva ahlâk(sızlık) tablosu; bolluk içinde açlık, yoksulluk demektir… Bu tabloda insanların karnı doyurulmaz; silahlanılır… Örneğin 2008 yılının verileri ile dünyada yaklaşık 1 trilyon 500 milyar dolar değerinde silahlanma harcaması yapılmıştır. Yaklaşık 1.5 trilyon doları bulan silahlanma harcamalarının 711 milyar doları, yani yüzde 48’i ABD’ye aittir... Dünyamızın nüfusu yaklaşık 7 milyar iken, ABD’de 300 milyondan biraz fazla insan yaşamaktadır. Dünya nüfusunun yaklaşık 23’te birine sahip olan ABD, dünyadaki tüm silahlanma harcamalarının yüzde 48 kadarını yapmış olarak gözükmektedir. Bir de şüphesiz aynı ülkenin sattığı yüz milyarlarca dolarlık silah vardır... Bu durum, yeryüzündeki felâketlerin asıl sorumlusunu bizlere işaret etmektedir... Sağlık sigortasından mahrum 30 milyonu aşkın insanın ve bir o kadar evsizin ve açın yaşadığı ABD’de, söz konusu yüzde 48’lik harcamayı kimlerin ödediği ortadadır. Bu harcamanın bedeli sadece ABD vatandaşlarının sırtından değil; sömürülen, yoksullaştırılan dünya insanlarının da sırtlarından çıkmaktadır. Artan açlığın ve sokak köpekleri gibi çöplerden beslenmeye çalışanların sırrı bu gerçekte gizlidir... (Tokların -çöpe atılan- artıkları ile beslenmeye çalışan açlar gibi…) ‘Stockholm International Peace Research Institute’un (SIPRI) 2005 verilerine göre, dünyadaki toplam askeri harcamalar 1 trilyon 464 milyar dolardır. 2008 verileri, harcamanın arttığını göstermektedir. 2008 verileri, ABD’nin genel harcamalardaki payının arttığını da göstermektedir. Söz konusu harcamalarda Fransa’nın payına yüzde 4.5, İngiltere’nin payına ise yine yüzde 4.5 düşmektedir. Yani, NATO üyesi bu iki emperyalist ülke, toplam harcamaların yüzde 9’unu yapmaktadır. Çin’in -2005 verileri ile- bundaki payı yüzde 5.8, ve Rusya’nın payı ise yüzde 4 kadardır. 2008 verileri, bu son anılan iki ülkenin de askeri harcamalarını arttırdıklarını göstermektedir. Çin’i ve Rusya’yı sırası ile Almanya, Japonya, İtalya, Suudi Arabistan ve Hindistan izlemektedir. Bu tablo, askeri harcamaların ağırlıklı olarak emperyalist Batı tarafından yapıldığını, 2005’e göre 2008 yılında tüm ülkelerin harcamalarının arttığını, en büyük artışın ise ABD’de olduğunu göstermektedir. Görüldüğü gibi ABD’nin askeri harcamaları, tabloda sıralananların tümünün toplamından fazladır. Bırakın askeri harcamaları, ABD’nin yıllık 8 milyar dolar tutan süslenme veya kozmetik harcaması, Avrupa’nın yılda 11 milyar dolar tutan dondurma harcaması, yine Avrupa’nın 50 milyar dolar tutan sigara harcaması, 105 milyar dolar tutan alkollü içki harcaması, dünyada açları doyurmaya ve eğitim sorununu çözmeye yeter de artar bile. Buna bir de 400 milyar doları aşan uyuşturucu madde harcamasını ve yine uzun bir liste oluşturacak diğer zararlı veya tamamen yararsız harcamaları ekleyebilirsiniz... Bu tablo sadece açlık ve savaş değil; aynı zamanda egemen terör ve baskıdır… Evet, insan(lık)ı açlığa mahkûm eden kapitalizm; aynı zamanda totaliter bir terör aygıtıdır! Örneğin, ‘Britanya’da King’s College’ bünyesinde faaliyet gösteren Uluslararası Cezaevi Çalışmaları Merkezi (ICPS)’in yayımladığı verilere göre, ABD bugün dünyada en yüksek cezaevindeki nüfus oranına sahip. Bu ülkede yaşayan 100 bin kişiden 760’ı 2008’de cezaevinde tutuklu veya hükümlü olarak kalıyor. ABD’deki cezaevi nüfusu, 2 milyon 310 bin kişi. Bunların yüzde 21’i tutuklu veya mahkûmiyeti kesinleşmemiş kişiler, geri kalanı ise mahkûmiyeti kesinleşmiş hükümlü. 10 yıl önce, ABD’de cezaevindeki nüfus oranı 669’muş. 1992’de ise 505. Cezaevindeki nüfusun toplam nüfusa oranı 15 yılda yüzde 50 artmış. Böyle bir artışın suç işleme eğilimindeki artıştan daha çok, mahkemelerin suç ve suçlu konusunda çok daha sert davranmasının sonucu olduğunu, ABD’deki insan hakları örgütleri ısrarla belirtiyor. Cezaevi nüfusu oranı konusunda ABD’yi Rusya izliyor. 2009’da Rusya’da yaşayan 100 bin kişiden 628’i cezaevinde. 10 yıl önce bu oran 668’miş. Daha sonra, 2004’e kadar 587’ye düşmüş. 2005’ten itibaren yeniden artmaya başlamış. 1992’de ise oran 487 imiş. Rusya Federasyonu’nda cezaevindeki nüfus arasında tutuklu veya cezası kesinleşmemiş kişi oranı yüzde 15. Ayrıca Avrupa’nın iki büyük ülkesi Almanya ve Fransa’da, cezaevlerinde hükümlü ve tutuklu bulunanların sayısında 1992-2000 yıllarında hızlı bir artış yaşandı. Fransa’da 52 bin olan cezaevleri kapasitesi, tutuklu ve hükümlü bulunanların sayısının çok altında. Resmi verilere göre Fransa’da toplam 63 bin kişi cezaevinde bulunuyor. Almanya’da ise iki Almanya’nın birleşmesinden bu yana cezaevindeki insan sayısı en yüksek düzeye ulaştı. Federal İstatistik Dairesi’nin rakamlarına göre 2007 sonu itibariyle ülke cezaevlerinde 75 bin kişi tutuluyordu. Avrupa’nın diğer ülkelerinde de cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısında son yıllarda artış meydana geldi. İngiltere’de 2005-2007 yılları arasında her 100 bin kişiden 148’i cezaevine atıldı. Polonya’da 100 binde 234 kişi, Çek Cumhuriyeti’nde 100 binde 185, İspanya’da 100 binde 145, Hollanda’da ise 100 binde 128 kişi cezaevinde atıldı. Fransız cezaevlerinde 2007 yılında 115 kişi hayatını kaybetti ve 1200 kişi de intihara teşebbüs etti. Kaç kişinin sakat kaldığı konusunda ellerinde veri olmadığını belirten Delarue, polisin gözaltı sürecindeki muamelesini de eleştiriyor. İnsan(lık)ı aç bırakan, totaliter terörüyle ezen, emperyalist ekonominin “mafyası” olarak anılan IMF/DB’siyle soyan kapitalizm her türlü melanetin biricik sorumlusu olmasıyla; sürdürülemezdir; sürekli bir krizdir… Tam da bu noktada birisi bana, Arif Dirlik’in, “Eskisi gibi bir emperyalizm değil bu,”[6] sözlerini anımsatırsa; ben de ona Ümit Tanışır’ın, “Emperyalizm kapitalizmdir!”[7] saptamasını hatırlatarak eklerim: Ücretli kölelik sisteminin hâlâ bildik, tanıdık ve değişen içinde değişmeyenin ta kendisidir… KAPİTALİZM KRİZDİR! Kapitalizm krizdir! Görmeyen, bilmeyen yok! Herkesin bilgisi dahilinde… Küresel kriz, son 30 yıla damgasını vuran neo-liberal amentüyü de berhava etti, çökertti. Piyasanın her şeye kadir olduğunu, her şeyin metalaştırılıp özelleştirilmesinin, ticarileştirilmesinin en ideali olduğunu, devletin her tür müdahaleden uzaklaştırıldığı takdirde, kaynakların en etkin biçimde kullanılıp dağılacağını, bunun da topluma azami refahı getireceğini vaat eden inanış, iman, krizle dümdüz oldu. Küresel deprem ile birlikte piyasaperestler hemen burjuva devletlerine sarılıp kurtarma operasyonları istediler ve piyasanın her şeye kadir olduğu inançlarında da böylece inkâra gittiler. Şimdi, krizi aşmada başrol devlette ve bir hesaplamaya göre, bugüne kadar çeşitli biçimlerde devletçe kriz ateşini söndürmek için yapılan müdahalelerin faturası 10 trilyon doları geçmiş durumda... Ama kriz, aşılmak bir yana, yeni bir dip yapmaya yönelişte... Piyasaya iman, neo-liberalizme inanç, paradigma, krizle birlikte iflas edip yerle bir oldu... Yani 1980 sonrasında neo-liberalleşerek, küreselleşerek, piyasalaşarak sermaye birikimi krizini aşmaya çalışan emperyalizm, finansallaşma oyunu ile de düşen kârlarını yükseltmeyi denedi ve bir dizi balon yaratarak ömrünü 2008’e kadar uzattı ama patlayan son balon, ortalığı fena dağıttı… Tam da bu tabloda Cumhurbaşkanı Gül’ün, “İslâmî değerleri hayata geçirirsek küresel krizden daha az etkileniriz”[8] hurafelerine sarılarak gölgelemeye çalıştığı gerçeğin altını bir kez daha çizerek, hatırlatalım: Sürdürülemez kapitalizm krizdir; kaostur; yalandır! Evet kriz içindeki kapitalizm, “sürdürülemez” olduğu kadarıyla da katmerli bir yalandır! Bakın, Fareed Zakaria kriz içinde debelenen yerküreye dair neler diyor? “(…) Tüm bunların ötesinde, kanımca geçen yıl [2008’de] sistemli bir çöküşle karşı karşıya kalmamamızın bir başka nedeni var. 1987’deki borsa çöküşünü, 1992’deki resesyonu, 1997’deki Asya krizini, 1998’deki Rusya borç krizini ve 2000’deki tekno-köpük çöküşünü atlatabilmemizi sağlayan neden. Sistem, sandığımızdan daha istikrarlı…” “(…) tarihsel standartlara göre, günümüz dünyası, en güçlü uluslar arasında sürtüşmeden şaşırtıcı ölçüde uzak.” “(…) Dolayısıyla bugün Doğu Avrupa iktisadî krizle karşı karşıya kalsa bile, aşırı-milliyetçilik, yayılmacı komünizm ya da etnik savaşa yönelmesi olası gözükmüyor.” “(…) Ve dünya insanları kazanımlarını etnik savaş ya da işçi ütopyası gibi ideolojik kâbuslara prim vererek yitirmemeye kararlılar. Bunu daha önce yaptılar; bedelini biliyorlar.”[9] Fareed Zakaria’nın satırlarını bir kez daha okuyun; kapitalistler aç bıraktıkları insan(lık)la, dalga geçiyorlar! NE OLUYOR? İktisat tarihçisi Neil Ferguson, ekonomik krizin bittiğini ilan etmenin zor olduğu kanısındayken; İngiliz Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, 20 Ekim 2009’de, büyük banka ve şirketlerin temsilcileri önündeki konuşmasında şu tarihsel gerçeğin altını çizdi: “Finans dünyasında hiç bir zaman, bu kadar az sayıda kişi, bu kadar çok sayıda insana, bu kadar büyük miktarda borç yapmamıştı...” King’in saptaması, onu izleyenleri hayrete düşürürken; daha da ileri giden King, bankaların kaybetme olasılıkları büyük olmasına rağmen bu riskleri, kendilerini “batmalarına müsaade edilemeyecek kadar büyük” olarak gördükleri ve devletlerin onları nasılsa kurtarmak zorunda kalacağını bildikleri için aldıklarını ifade etti.[10] Aynı konuda ‘The Guardian’dan Garry Younge da, “Bankacılara Saldırırken, Tamamen Çürümüş Sistemi Gözden Kaçırdık” başlıklı makalesinde, herkes bankacıların, maaşları dışında aldıkları ikramiyeleri konuşurken asıl sorunu, yani sistemin temelden çürüdüğü gerçeğini göremediklerine dikkat çekiyordu. [11] Bunlara eklenmesi gereken bir diğer şey de Naomi Klein’ın bir makalesindeki krizin kapitalist sistemden kaynaklandığına ilişkin vurgusudur. O hâlde “Ne oluyor?” sorusunu, “Kapitalizmin krizi yeniden, kesintisiz süreklilik kazanıyor,” saptamasıyla yanıtlayabiliriz… Kolay mı? Prof. Dr. Nouriel Roubini’nin, ‘Financial Times’daki makalesinde “Bir gün bu köpük patlayacak ve bugüne kadarki en büyük varlık krizi yaşanacak,” vurgusuyla yeni bir kriz uyarısında bulunduğu… Ünlü yatırım danışmanı Marc Faber’in de krize sebep olan sorunların henüz çözülmediğini ifade ederken, hükümetlerin para basarak refahı düşüreceğini ve bunun da savaşa yol açacağını ileri sürdüğü… IMF Başekonomisti Olivier Blanchard’ın ise bazı gelişmekte olan ülkelerin kontrol edilemeyen sermaye hareketleri, balonlar ve rezerv birikimi riskiyle karşı karşıya olduklarını açıkladığı… IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın da, küresel ekonomide kırılganlıkların sürdüğünü belirttiği tabloda “ABD hükümeti talebi canlandırmak için bütçe açıklarını artırıyor. Ama vergi gelirlerinde çöküşü tecrübe etmiş çoğu eyalet ve yerel yönetimler polisleri, öğretmenleri ve itfaiyecileri işten çıkarıp diğer yandan yoksullar için sosyal yardımları ve hizmetleri kesmek zorunda. Ülkenin daha yoksul kesimlerindeki çok sayıda eyalet ve yerel yönetim, federal hükümet mali durumları için büyük bir kurtarma girişimini üstlenmediği takdirde iflas tehlikesiyle karşı karşıya. Dahası, gelir ve servet eşitsizliği yine yükselişte: Daha yoksul hanehalkları daha fazla işsizlik, maaş kesintisi ya da çalışma saatlerinde azalma riskiyle yüz yüze. Bütün bunlar da daha düşük işçi gelirlerine yol açıyor. Oysa Wall Street’te acımasız bonuslar adeta intikam alır gibi geri dönüyor. Ev fiyatları düşüp borsa yükselirken, zengin daha da zenginleşiyor, orta sınıf ve yoksullar - ki bu kesimin temel zenginliği hisse senetlerinden ziyade bir evdir - daha da yoksullaşıyor ve sürdürülemez bir borç yükünün altına giriyor,” diyor Nouriel Roubini… Bu tablo, aynı zamanda bir açmazdır; çıkmazdır! Hani kötülük üretme makinesi olan kapitalist “Küreselleşme”nin yol açtığı krizde zaman ilerledikçe sistemin zayıf halkaları kopma noktasına gelirken; Mahfi Eğilmez’in de, “Küresel sistem sallanmaya, sağda solda yeni balonlar çıkmaya ya da eskiden beri var olup da idare edilen balonlar patlamaya devam ediyor,” diye tarif ettiği türden! Elbette bu işin bir yanı; bir de dünyanın borç içinde boğulma olasılığı söz konusu… Küresel ekonomik kriz bir taraftan tüm dünya ekonomileri üzerinde olumsuz etkisini gösterirken, diğer taraftan dünya ülkeleri neredeyse borç içinde yüzüyor. Uluslararası Para Fonu (IMF), CIA ve IMD ‘World Competitiveness Yearbook 2008’ verilerine göre, toplam kamu ve özel sektörün yabancılara, yabancı para, mal ve hizmet karşılığı dahil ödemesi gerekli toplam dış borç miktarını gösteren “dış borç sıralamasında” dünyanın en büyük ekonomisi ABD başı çekiyor. Buna göre ABD’nin 12 trilyon 250 milyar dolar toplam dış borcu (devlet ve özel sektör dış borç toplamı) bulunuyor. ABD’yi 10 trilyon 450 milyar dolar toplam dış borçla İngiltere, 4 trilyon 489 milyar dolar toplam dış borçla Almanya, 4 trilyon 396 milyar dolar toplam dış borçla Fransa takip ediyor. Nüfusu 16 milyon olan Hollanda’nın 2 trilyon 277 milyar dolar, 4 milyon olan İrlanda’nın 1 trilyon 841 milyar dolar toplam dış borcu bulunuyor. Japonya’nın toplam dış borcu 1.5 trilyon, İsviçre’ninki 1.3 trilyon dolar, İspanya’nınki 1.1 trilyon dolar düzeyinde. Bunu 996.3 milyar dolarla İtalya, 826.4 milyar dolarla Avustralya, 758.6 milyar dolar ile Kanada, 752.5 milyon dolar ile Avusturya, 598.2 milyon dolar ile İsveç, 588 milyar dolar ile Hong Kong takip ediyor. Danimarka’nın 492.6 milyar dolar, Norveç’in 469.1, Portekiz’in 461.2 milyar dolar toplam dış borcu bulunurken, dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesi, ikinci büyük ekonomisi Çin’in toplam dış borcu 363 milyar dolar düzeyinde. Rusya’nın 356.5 milyar dolar, 5 milyon nüfuslu Finlandiya’nın 271.2 milyar dolar düzeyinde toplam dış borcu bulunuyor. Türkiye, 247.1 milyar dolarlık toplam dış borç stokuyla dünya sıralamasında 23. sırada. Özetle dünya genelinde toplam dış borç tutarı 51 trilyon 780 milyar dolar. Bunun 22.7 trilyon doları ABD ve İngiltere’ye ait. İki ülke dünya toplam borç stokunun yüzde 43.84’üne sahipler. Bu ülkelere Almanya ve Fransa’yı da eklediğimizde 4 ülkenin toplam dış borç toplamı 31 trilyon 585 milyar dolara, dünya borç toplamındaki oranları da yüzde 61’e ulaşıyor. Nihayet Jonathan Freedland’ın verileriyle, “Japonya gayri safi yurtiçi hasılasının iki katı kamu borcuna doğru yol alırken, ABD’nin borcu da neredeyse ekonomik üretimine eşit. Gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 89’una tekabül eden bir borç tahminiyle, Britanya da aşağı kalmıyor...”[12] DUBAİ ÖRNEĞİ Sonra Dubai örneğiyle açığa çıkan borç batağı, finansal kriz endişelerini yeniden canlandırdı… ‘Dubai World’, ‘Wall Street Journal’ın bir yorumcusunun deyişiyle “yatırımcıları, krizden çıkmaya ilişkin uzun dönemli varsayımları gözden geçirmeye zorladı.”[13] ‘The Daily Telegraph’ da Beckett’in Oyunun Sonu piyesindeki, “Telaşlanacak bir şey yok, olay kendi seyrini izliyor” sözlerini anımsatan bir yaklaşımla “Gelin hakkını verelim. Belki de Dubai yeni bir rekor kırmaya çalışıyordur. Önce bize en büyük binayı, en büyük kapalı salon ski slalomunu, en büyük eğlence parkını, en büyük alışveriş merkezini verdi. Dubai, şimdi de bize en büyük borç piyasası fiyaskosunu vermeye çalışıyor olabilir,”[14] diyerek dalga geçiyordu. ‘Bloomberg’, ‘Financial Times’, ‘Business Week’, aklınıza gelen hemen tüm finans piyasasıyla ilgili “blog”lar, “Dubai’nin buz dağının görünen ucu” olduğuna ilişkin yorumlarla doluydu.[15] Özetle Dubai World’ün 59 milyar dolarlık borcunu ödeme zorluğuna düşmesi, dünyada yeni bir dip korkusu yarattı. Dubai World’ün 59 milyar dolarlık borcunu ödeme zorluğuna düşmesi, Dubai Emirliği’nin toplam borcunun 80 milyar doları geçmesi piyasalarda ikinci çöküş döneminin yaşanacağı endişelerini yeniden canlandırdı… Dubai Emiri El Maktum’un şirketi Dubai World alacaklılarına “paranızı altı ay ödeyemem” dedi; Maktum’un şirketlerinin borcu 59, kamu ve özel sektörün toplam borcu ise 80 milyar dolar! Uluslararası rating kuruluşlarından Moody’s Dubai’nin ve sahip olduğu şirketlerin toplam borcunun daha önce açıklanan 80 milyar dolardan daha fazla olduğunu açıkladı. Moody’s borç rakamını 100 milyar dolar olarak tahmin ediyorken; Dubai World, 59 milyar dolarlık borcunun 26 milyar dolarlık kısmının yeniden yapılandırılması konusunda bankalarla görüşmeye başladı. OECD, Dubai’deki borç krizi diğer ülkelerdeki kamu borçlarındaki tehlikeye de dikkat çekti. OECD, 30 ekonominin borçlarının 2010 yılında yüzde 100 büyüdüğü yönünde uyarıda bulundu. Rakam 20 yıl önceye göre iki kat artış anlamına geliyor. Japonya kamu borçlarının 2010 yılında yüzde 200 artacağı tahmin ediliyor. Bu oranın İtalya’da yüzde 127.3, Yunanistan’da yüzde 111.8 olması bekleniyor. Hükümetlerin artık vergi artışları yönünde sinyal vermesi isteniyor. Batı’nın, emperyalistlerin Dubai’deki çöküşü küçümsemeye hakkı yok! Çünkü Jonathan Freedland’ın deyişiyle, “Gelecek nesiller XXI. yüzyılın başındaki büyük çöküşün hikâyesini anlatmak için çocuklarını karşılarına oturttuklarında, anlatmaya kesinlikle Dubai adlı bir yerin ibret alınacak öyküsüyle başlayacaklar…”[16] Kolay mı? İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülten Kazgan, Dubai’nin iflasının başta Avrupa olmak üzere dünya piyasalarını derinden etkileyeceğini belirterek, “2008’de krizi yaratan ABD olurken ABD’nin çıkışında etkilenme çok şiddetli oldu. İzlanda borçları nedeniyle iflas etti. Ama İzlanda küçük bir ülke olduğu için dünya bundan çok fazla etkilenmedi. Ama Dubai’ye bakıldığında durum çok ciddi. 60 milyar dolarlık borçtan söz ediliyor. Dubai’nin ödemesi gereken borcun büyük kısmı Avrupalı bankalara ait ve bu Avrupa’yı derinden sarsacak. Özellikle İngiltere ilk etkilenecek ülke olacak. ABD’de bankalar, sigorta şirketleri sürekli devlete finans kaynaklarını kısmayın çağırısında bulunuyor. Orada yardım alan bankalar toparlanıyor gibi görünüyor ancak diğer taraftan yardımı almayanlar zor günler geçiriyor. ABD içerideki finans bataklarını engellemek için önemli kaynak çıkardı. Bu da büyük bir balon yarattı. Yeni bir balonun habercisi de ABD’den geliyor. Dünya bu krizin yan etkilerinden kolay kolay kurtulmayacak,” dedi… Yani “gösterişli büyüme modeli”yle tanınan Dubai’nin borçlarını ödeyememesi “kriz bitmedi” gerçeğinin altını bir kez daha çizerken; bankacılık kaynaklarına göre, uluslararası bankaların Dubai World şirketinde 12 milyar doları risk altında bulunuyor. Bu yüzden dün Dubai’ye büyük kredi açan HSBC’nin hisseleri yüzde 7’den fazla ve Standard Chartered’ın da yüzde 6 geriledi. Goldman Sachs’ın ilk tahminlerine göre, Orta Doğu’da önemli operasyonlar yürüten HSBC ile Standard Chartered, sırasıyla 611 ve 177 milyon dolar zarar edebilir. Japonya’nın üç numaralı bankası Sumitomo Mitsui Financial Group’un da zararı birkaç yüz milyon dolara çıkabilir. Güney Kore hükümeti de, ülkenin finansal kurumlarının Dubai’de sadece 88 milyon dolarının risk altında olduğunu açıkladı. Özetle dünya, Dubai’de yaşanan iflas paniğinin ikinci bir kriz dalgası yaratması endişesiyle çalkalanırken; ünlü yatırımcı Mark Mobius, Dubai’nin iflası durumunda dalga hâlinde iflaslar görülebileceğini açıkladı. İLK ARA SONUÇ: KRİZ VE SINIF MÜCADELESİ Kapitalizmin, 1929 sonrasında yaşadığı en büyük kriz devam ediyor. Kriz sürecinde tüm iktisatçıların değerlendirmeleri ve ölçümleri ABD ekonomisi üzerinde yoğunlaşmış olsa da krizin bütün küresel ekonomileri benzer şekilde etkiliyor olması krizin yapısal bir yanının da olduğunu gözler önüne sermeye başladı. Burjuva iktisatçılar için dahi kapitalizmin sürdürülebilirliği tartışmaya açılırken, şimdiye kadar sokak eylemlerinin sonucu olarak, Latin Amerika’yı saymazsak Belçika, İzlanda ve Letonya’da hükümetler devrildi. Yunanistan’da ise haftalarca süren sokak protestoları, hükümeti zorladı, ama düşüremedi. Ancak genel seçimlerde sağ koalisyon yenildi, PASOK yeniden iktidara gelirken komünist parti ve diğer sol partilerin oy oranını artırdı. Görünen odur ki gelişmesi muhtemel olan mücadelelerin nasıl sonuçlanacağı birçok faktöre bağlıyken; emperyalist ülkelerin, kalkışma gündeme geldiğinde sosyal olanakların yetersiz kalması durumunda iç savaş tarzında hazırlıklar yaptığı tahmin edilmelidir. Sorunu ele alan ‘The Economist’, siyasi bir sistemi istikrarsızlaştıran faktörleri sıralıyor: i) Sosyal eşitsizlik; ii) Uzun süren ekonomik durgunluk; iii) Yaygınlaşmış yolsuzluk; iv) Halktan kopmuş politikacılar; v) Ülke içinde etnik çatışmalar; vi) Geçmişte kalkışmaların yaşanmış olması; vii) Kendiliğindenci grevler ve işçi sınıfının zoru içeren mücadelesi; viii) Yoksulların yeterli olmayan bakımı; ix) İstikrarlı olmayan hükümetler; sık sık hükümet değişimi… Karl Marx’ın ‘Kapital’indeki kâr oranlarının düşme eğilimi yasası uyarınca oluşan krizler ne doğrudan devrime yol açar ne de işçi sınıfının devrimci mücadelesini kendiliğinden yükseltir. Krizin devrime yol açması için başka faktörlerin olgunlaşmış olması gerekir. Her hâlükârda kapitalizmin tarihinde yaşanmış ekonomik krizler, tek başına neden olarak, devrimleri beraberinde getirmedi. Ancak krizlerin devrimlere yol açtığı örnekler de az sayıda değildir. Burada tartışma götürmez gerçek, ekonomik kriz ile devrim ve işçi hareketinin gelişmesi arasında zorunlu bir bağın olduğudur. Her kriz, son tahlilde yoğunlaşmış bir sınıflar mücadelesidir. Her krizin sonunda birileri kazanır, birileri kaybeder. Müthiş bir çöl fırtınasının ardından oluşan yeni kum tepeleri gibi, krizle beraber topografya da değişir. Kriz, kurbanlar almadan bitmez, yeni bir istikrarı yakalayamaz. Bu sınıf mücadelesi, hem sermaye ile emek arasında cereyan eder, hem de sermayenin kendi arasında… Bu her yerde olduğu gibi, coğrafyamız için de geçerlidir… TÜRK(İYE) EKONOMİ-POLİTİKASI ‘Dünya Gıda ve Tarım Örgütü Zirvesi’nde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Yoksul ülkelerdeki içler acısı manzarayı izlediğimiz gibi zengin ülkelerdeki sınırsız tüketimi de görüyoruz. Bu dengesizliğin ve eşitsizliğin bir an önce giderilmesi şart,” demiş olmasını sakın ola ciddiye almayın! Erdoğan da “eleştirdiği”ni yaratanlardandır! EKONOMİK YIKIM HSBC Yöneticisi Piraye Antika’nın, “Türkiye olarak biz krizin henüz başlarındayız, ortasında değiliz. Bu fırtına henüz dinmiş değil. Belirsizlikler var” derken; “Feci bir deprem’ olarak nitelediği küresel ekonomik krizin etkilerinin daha devam edeceğini belirttiği Türkiye’de Mustafa Koç da, “Bazı kötümserler ise iyileşme dönemine girdiğimiz yönündeki algıların yanıltıcı olduğunu savundular. Hepimiz iyimser olmaya daha yatkınız ama bugün için ne yazık ki ‘çok şükür geçti’ diyemiyoruz,” diye ekliyor! Kaldı ki TEPAV, UNICEF ve Dünya Bankası’nın ortak araştırması, Türkiye’de krizin en büyük kent merkezindeki ailelerinin çoğunluğunun yaşamlarını olumsuz etkilediğini ortaya koydu. Buna göre ekonomik yavaşlama, daha düşük gelir ve daha yüksek işsizlik sebebiyle Türkiye’nin en büyük beş kent merkezi Adana, Ankara, İstanbul, İzmir ve Kocaeli’deki ailelerin çoğunluğunun yaşamlarını etkiledi. Ekim 2008- Haziran 2009 döneminde ailelerin neredeyse dörtte üçü gelirlerinde düşüş bildirdi. Krizin başlangıcında en yoksul ailelerin yüzde 90’ından fazlasının gelirleri düştü. Anket kapsamında görüşülen yoksul ailelerin üçte biri kamu hizmet faturalarını ödeyemediklerini, yüzde 9’u ise en azından geçici süreyle de olsa elektriklerinin kesildiğini belirtti. Aileler eğitim gibi diğer yaşamsal giderlerini koruyabilmek için gıda harcamalarını azaltarak, gelirlerindeki düşüşe uyum sağladı. Kentlerde yaşayan yoksul ailelerden çoğu gelirlerini ve giderlerini dengeleyebilmek için komşularından, dostlarından, ailelerinden, topluluklarından ve kamu programlarından yardım aldı. Birçok aile zor döneme aşmak için borçlandı. En yoksul ailelerin yaklaşık beşte biri her türlü destekten yoksun kaldı. 2 bin 102 aileyle gerçekleştirilen anket, hanehalkının neredeyse dörtte üçünün gelirlerinde bir azalma olduğunu ortaya çıkardı. Krizin başlangıcında en yoksul ailelerin yüzde 90’ından fazlasının gelirlerinde düşüş oldu. Krizden en çok etkilenen en yoksul yüzde 20’lik dilimdeki ailelerin dörtte üçü gıda tüketimlerini, aynı gruptaki ailelerin yarıya yakını da çocukları için gıda tüketimlerini azalttıklarını söyledi. Ayrıca, bu grubun yüzde 29’u sağlık hizmetlerinden daha az yararlanmaya başladıklarını ifade etti. Kentlerdeki hane halklarının yaklaşık üçte biri son aylarda elektrik, su ve gaz gibi yaşamsal hizmetlerin faturalarını ödemekte zorlandıklarını belirtti. Faturaların ödenememesi nedeniyle ailelerin yüzde 10’unun en azından geçici olarak elektrik, telefon ve internet hizmetlerinden mahrum kaldı. Her 100 aileden 3-6’sı su ve gaz bağlantısı kesildi. Kentlerdeki hanehalkının en yoksul yüzde 10’u nakdi veya ayni yakacak veya gıda desteği gibi kamu sosyal programlarından yararlanıyor. Bu arada ‘The Economist’ de, 2010’un Türkiye için hayal kırıklığı yılı olacağını belirterek; dünyada sosyal patlama ihtimali en yüksek ülkeler arasında Türkiye’yi gösterdi ve ekonomik kriz nedeniyle çatışmaların artacağını yazdı. Bu mümkündür… Çünkü BM 2009 İnsani Gelişme Endeksi’nde 182 ülke arasında 79. sırada yer alan Türkiye’deki ekonomik durum karaya oturmuş gemiyi andırmaktadır… Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) ‘Bir Bakışta Bölgeler’ başlıklı raporuna göre, Türkiye bölgeler arasındaki büyüme farklılıkları açısından OECD ülkeleri arasında birinci sıraya oturdu. Güvenlikte de olumlu tablo çizmeyen Türkiye, ABD ile birlikte 2005’te kişi başına en fazla cinayetin işlendiği ülke oldu. Bunların yanında Türkiye, büyümede 149 ülke arasında 29’unculuktan 136’ncılığa düştü. Rekor borçlanmaya karşın büyüme, Cumhuriyet döneminin altına düştü. Kredi borcunu ödemeyen yurttaş sayısı 1.2 milyona yaklaştı. 42 bin esnaf kepenk kapattı. Borç stoku 2009’un dokuz ayda 51 milyar lira arttı. ‘Management Centre GfK Türkiye’ tarafından gerçekleştirilen, ‘İş Dünyasında Satış ve Pazarlama Vizyonu Araştırması’na göre şirketlerin yüzde 60’ında satışlar düştü. Bunlarla birlikte “Her gün 3 bin 322 kişinin evine ekmek götüremediği”[17] Türkiye’de Devlet İstatistik Enstitüsü’nün rakamlarına göre, çocuk nüfusu 27 milyon 429 bin 570 kişiden Türkiye’de: 2 milyon 700 bin çocuk eğitim hakkından yoksun; 2 milyon 500 bin çocuğun beslenme yetersizliği var…
|
(1451 okuma)
(Devamı... )
|
YAŞASIN KOMÜN, YAŞASIN DEVRİM

Arkadaşlarım, Yeni bir yıla giriyoruz. Bugüne dek burjuvazi bize, yeni bir yıla eğlenerek, kumar oynayarak, içki içerek… yani, gerçek sorunlarımızdan olabildiğince uzak, tüm sorunlarımızdan kaçarak girmeyi öğretti ve öğütledi. Radyosu, TV’si, basını ile bizleri hep bu yönde koşullandırdı. Geçmişi unutmak, çelişkilerimizin üstünü örtmek, hiçbir şey üzerinde ciddiyetle düşünmeden, hesaplaşmadan yeni yılın yolunu tutmak.
Biz, bir yılın bitmek, yeni bir yılın başlamak üzere olduğu bu gece, öyle yapmayacağız; burjuvazinin tuzağına düşmeyeceğiz.
Biz, bilincimizi kendi sınıf çıkarlarına hizmet doğrultusunda biçimlemeye çalışan burjuvaziye, siyasi iktidar ortağı toprak ağalığına ve yardakçılarına hesap sorarak, her türlü yoz etkilerden silkinerek yanlışlarımızı, zaaflarımızı, eksiklerimizi ciddiyetle ele alarak, yeni yıla hesaplaşma temelinde adım atarak girmek istiyoruz. Bayramlarda, doğum günlerinde, evlilik yıldönümlerinde de böyle yapmalıyız. Çünkü biz, ancak hatalarımızı doğru saptayabilirsek, hatalarımızdan kurtulma doğrultusunda cesaretli davranabilirsek, hedefimizi bir proleter devrimcisine yaraşır biçimde tayin edebilirsek halkımıza yararlı olabileceğimize inanıyoruz. Geçmişle hesaplaşmadan yeni yılın yolunu tutamayız.
Sevgili arkadaşlarım, neden buradayız, hiç düşündünüz mü? Gerek siyasi, gerekse toplumsal suçlardan olsun, burada bulunmamızın temel ve tayin edici nedeni, sömürüye, insanın insana kulluğuna dayanan, varlığını emekçi kitleler ve geniş halk yığınları üzerinde baskı kurarak koruyabilen köhnemiş, yarı sömürge, geri kapitalist düzenin bizzat kendisidir. Bu düzende suç işlememizin toplumsal, ekonomik, siyasal, psikolojik bütün koşulları vardır. Bizi yargılayanların, hiçbir zaman gerçek suçluları, yani suçun esas kaynaklarını yargılamayı düşünmediklerini biliyoruz; düşünemezlerdi de. Çünkü onlar —birkaç istisnanın dışında— genellikle düzeni korumakla —dolayısıyla kendi varlıklarını korumakla— görevlidirler. Onlar, tavuk çalanı aşağılayarak “hırsız” diye suçlarken, bir kalem oyunu ile milyonları yutanı “beyefendi” diye selamlarlar. Onlar, başlık parası veremediği için kız kaçıran adamı “namus düşmanı” diye damgalarken, lüks randevu evlerinde parayla “namus” satanları “saygıdeğer” olarak nitelerler. Onlar, bir öfke anında istemeden adam öldürmüş insanları “katil” diye lanetlerken, cinayet şebekelerini yönetenlerin, kitle katliamları düzenleyenlerin önünde esas duruşa geçerler. Ama bizler, en ağır cezaların altında, en doğal insani haklarımızdan yoksun olan bizler, bizi biçimleyen, suça iten, suçlu olmaya zorunlu kılan düzeni, emekçi kitlelerle birlikte yargılayacağız ve mutlaka layık olduğu cezaya, idama mahkûm edeceğiz.
Bu yetkiyi kim verecek bize? Bu yetkiyi, halk, kendi bilincinin ve kollarının gücüyle, örgütlü ve disiplinli mücadelesiyle, proletaryanın ve onun devrimci partisinin önderliğinde kazanacaktır. Bizler de, halkın birer parçası olarak, bu yetkinin kazanılması ve icrasında inançla yer alacağız. Bu, beş günlük, on günlük bir mücadele sorunu değil, hayatın bütün ceplelerinde verilmesi gereken uzun bir mücadele sorunu, yani kesintisiz devrim sorunudur. Cezaevleri de bu cepheden biridir ve bizler de bu cehpelerde savaşı ihmal etmemek zorunda olan erleriz.
Sorunun esası şudur: Ya devrim yolunu seçeceğiz… ya da, bu düzenin baskılarına, haksızlıklarına boyun eğerek, şu ya da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz. Bu çeşit bir seçiş, yok olmanın bir biçimidir.
Devrim yolunu seçenler ise zor, fakat şerefli yolu seçenlerdir. Devrim yolunu seçenler, hayatın her alanında ve yaşamın her anında devrim düşmanı olan sınıf güçlerine ve onların ideolojik, kültürel, siyasal ve toplumsal etkilerine, alışkanlıklarına karşı, günün koşullarınca belirlenecek olan mücadele araçlarını kullanarak savaşmak zorundadırlar. Savaşmadığımız bir an, savaşı yavaştan aldığımız bir an, bizi ezenlere teslim oluruz, onların işlerini kolaylaştırmış, onlara yardım etmiş oluruz. Mücadelede tarafsızlık olmaz. Biz tarafız ve devrimin emrettiği sorumluluk ve görevleri harfiyyen yerine getirmekle yükümlüyüz. İçinde bulunduğumuz koşulların esnemeye, gevşemeye tahammülü yoktur.
Arkadaşlar, Devrim bir ölüm kalım savaşıdır. Şu sözlerimi anımsayınız!.. “Biz, yaşayanın varlık nedeni, gelişenin gelişme nedeni, yok olmanın ve ölümün kaçınılmaz nedeni olmalıyız. Bu temel ilke, bize, günlük yaşayışımız sürecinde, her olaya, duruma ve ilişkiye, bilinçli olarak bakmayı, seçmeyi, müdahaleyi, uymayı ya da uymamayı emereder.”
Burada, insan unsurunu ve insan iradesini toplumun objektif koşullarından kopuk ele aldığım sanılmasın. Biz, neyin varlık ve gelişme nedeni, neyin yokolmasının ve ölmesinin kaçınılmaz nedeni olacağız?
Açıktır ki, bu sorunun cevabı, devrimin dostlarını ve düşmanlarını saptayarak verilebilir… gelişen sınıf güçlerini kavrayarak verilebilir.
Yeni yıla girerken dostlarımızı ve düşmanlarımızı yeniden anımsayalım.
Biz, feodal kalıntıları ve bir sömürgeyi bağrında taşıyan, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu, yarı sömürge bir ülkenin çocuklarıyız. Ülkemiz çok uluslu bir ülkedir. Önümüzdeki devrim, yarı sosyalist karakterli, anti emperyalist halk devrimidir. İşçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, orta burjuvazinin emperyalizme karşı duracak kesimleri, ezilen Kürt ulusu ve diğer azınlık milliyet ve halklar, bağımsızlıktan yana olan herkes devrimin güçleridir. İşçi sınıfı, ideolojik, politik ve örgütsel alanlarda devrimin önder gücüdür. İşçi-köylü ittifakı devrimin temel gücüdür. Demokratik devrimi, sosyalist devrime ulaştıracak olan da bu ittifaktır.
Görevimiz, emperyalizmi, sosyal emperyalizmi ve onların faşist, revizyonist, gerici işbirlikçilerini yenilgiye uğratmak, feodalizmden kaynaklanan her türlü gericiliğe ve halkın gelişen mücadelesini çarpıtan reformizme, özellikle de “Üç Dünya Teorisi”ni savunan sağ oportünist reformist çizgiye hayat hakkı tanımamak, “sol” oportünist siyasetleri mahkûm etmek ve sınıfsız toplumun koşullarını yaratacak sosyalist devrimin yolunu açacak olan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.
Ülkemizde devrimin düşmanları bunlardır. Düşmanlarımızı belirledikten sonra, bunlar arasında kimleri birinci plana alacağımızı da doğru saptamak zorundayız.
ABD emperyalizmi ve Rus sosyal emperyalizmi, bu iki süper devlet, gerek bizim, gerekse bütün dünya halklarının baş düşmanlarıdır. Baş düşmanlarla bilinçli ilişkiler içinde olan, varlıklarını onların varlığına bağlayan faşistler ve sosyal faşistler de baş düşmanlarımızla birlikte ele alınmalıdırlar. Ve esas olarak, hedefimiz bu iki süper devlet olmakla birlikte, diğer emperyalistler ve gerici güçler mücadelenin dışında tutulamazlar.
İki baş düşmandan, ülkemiz için asıl darbe, ABD emperyalizmine ve onların çıkarlarını saldırgan bir bağlılıkla savunan faşistlere vurulmalıdır.
Faşizme ve ABD emperyalizmine karşı mücadele ancak ve ancak, Rus sosyal emperyalizmine ve revizyonizme karşı tutarlı bir mücadele temelinde başarı kazanabilir. Bu anlamda, revizyonizme ve sosyal emperyalizme karşı mücadele, temel olmak zorundadır.
Bu ne demektir? Bu demektir ki, devrimin düşmanlarına karşı mücadelede: Bireyler, gruplar, partiler, kendi içlerindeki sınıf mücadelesini temel alarak, revizyonist, reformist, oportünist etkilerden, her türlü burjuva alışkanlık ve eğilimlerden, feodal davranış biçimlerinden, şovenizmin etkilerinden, liberalizmin etkilerinden kurtulmak için, bilimsel sosyalizmin öncülüğünde savaşmalıdırlar.
Kirli bir sabun, el yıkanırken temizlenir arkadaşlar. Bizler de olumsuzluklarımızdan, ancak iş görerek, yani devrimci mücadele içinde yer alarak temizlenebiliriz. Kirli bir sabunu suyun altına tutun, temizlenmediğini göreceksiniz. Pisliklerle kaynaşmış sabun, ancak elimizi yıkarken temizlenir. Başlangıçta elimiz de pislenir, fakat sonunda hem sabun hem de elimiz temizlenir. Bizler de, sadece teorik çalışma yaparak, okuyarak arınamayız. Böyle bir tutum Troçkist kadro eğitim anlayışıdır. Su ile el yıkama hareketi birleşecektir. Yani teori ile pratik birleştirilmelidir. Teorinin kavranıp kavranmadığı pratikte belli olur. Teorinin kitleleri eğitip eğitmediği de kitle hareketlerinin niteliğinden belli olur.
Bu konuda, eleştiri-özeleştiri temel silahımızdır. Ancak özeleştiri temelinde, özeleştirimize uygun davranışlarımız temelinde eleştiriye hakkımız vardır.
Silkinelim… üzerimizdeki pislikleri atalım… yarına gelişerek, arınarak hazırlanalım. Günlük görevlerimizi küçümsemeyelim … en küçük günlük görev bile, devrimin hazırlığında rol oynar. Örneğin, bulaşık yıkamakla, yorganımızı yüzlemekle, bir arkadaşımıza küçük bir yardım yapmakla devrim arasında canlı bağlar vardır. Teorik sözler etmek, düzgün konuşmak, siyasi görüşler konusunda belli bir oranda bilgi sahibi olmak yeterli değildir. Nöbetimizi de iyi tutmalıyız. Hücremizi temiz tutmalıyız, kitaplarımızı korumalıyız, yerlere tükürmemeliyiz, çay bardaklarını gelişi güzel ortalığa bırakmamalıyız, arkadaşlarla iyi geçinmeliyiz, TV’ye karşı uyanık olmalıyız. Hem “Çarli’nin Sürtükleri”ne hayran olmak, hem de “emperyalizme karşıyız abi” demek birbirleriyle çelişir… Hem Ajda Pekkan’a, Emel Sayın’a ağzının suyunu akıtacaksın, sonra kalkıp “biz burjuva ideolojisine karşıyız abi” diyeceksin. Kim insanır size? Bu sözler benim bir kulağımdan girer, öbür kulağımdan çıkar… kendimizi aldatmayalım.
Önemli noktalardan biri de, arkadaşlarımızla, eski arkadaşlarımızla ilişkilerimizi devrimcileştirmeliyiz. Mektup yazabileceğimiz her yere mektup yazmalı ve onları bilinç düzeylerine göre eğitmeye, uyarmaya çalışmalıyız. Kendi deneylerimizi onlara ulaştırmalıyız. Mahkûmlar içinde örnek insanlar olmalıyız. Çelişmelerimizi devrimcilere yaraşır biçimde çözmeliyiz.
Arkadaşlar, İyice araştırırsanız göreceksiniz ki, kişisel sürtüşmelerin özünde yatan şey, bireysel yer kapma hırsıdır. Dışarda ve içerde, her türlü grupçu eğilimlere karşı, birliği ve partiyi savunmalıyız. Partiyle bizim ilişkimiz ne olabilir demeyin; şu gün, devrim için mücadele, parti için mücadele demektir.
Arkadaşlar, Gruplar da kendi içlerinde sınıf mücadelesini temel almalı, proleter devrimci harekete ters düştüğü andan itibaren grup duvarlarını parçalamalıdırlar. Grup çıkarlarını devrimin çıkarlarından üstün tutmak, devrimci bir tavır olamaz. Grupların harcı olan kariyerizm, imtiyaz hastalığı, şoven duygular yenilgiye uğratılmalı, birliğin, kaynaşmanın, partinin yolunu açacak ideolojik, teorik ve pratik çalışmalara önem verilmelidir. Gruplar, grupçu eğilimlere karşı savaşırken, her şeyden önce, kendi içlerindeki grupçu eğilimlere karşı da savaşmalıdırlar ki başka grupları eleştiriye hakları olsun. Bireyler de kendi bireyci yanlarını eleştirmelidirler ki başkalarının bireyci yanlarını eleştirebilsinler. Bir bütün olarak devrimci hareket, ancak partinin inşa edilmesiyle önderliğe kavuşabilir. Her türden oportünizme, revizyonizme, reformizme ve çeşitli zaaflara karşı mücadele temelinde parti inşa edilebilir. İnşa sürecinde, geçmişin mücadelesi ve olumlu mirasına sahip çıkılmalıdır. Parti de, kendi iç mücadelesini tutarlı verdiği ölçüde arınabilir ve kitlelerle bağlar kurabilir, kitlelere önderlik edebilir.
İç mücadele, görüleceği gibi temeldir ve zincirleme birbirine bağlıdır. Çelişmeler yasası, iç çelişmelerin tayin edici olduğunu öğretir. Kendi içinde siyasi ve ideolojik yakınlığı olan unsurlar, gruplar, pratik eylem temelinde, birbirlerini sınayarak, mücadele içinde birleşecek ve partiyi yaratacaklardır. Bizim amacımız da budur: Partinin yaratılmasına çalışmak, katkıda bulunmak, kolaylaştırmak ve onun çalışkan bir unsuru olmak.
|
(1579 okuma)
(Devamı... )
|
|
Şu ana kadar 12437883 sayfa izlenimi aldık. Başlangıç: April 2005
|
|
|