1.500.001’İNCİ AHBARİK: HRANT!-3
Tarih: 02.04.2007 Saat: 09:22
Konu: Özgür Kürsü


Üçüncü Ordu Komutanı Vehip Paşa, Trabzon Garnizon Komutanı Avni Paşa da, yapılanların katliam olduğunu, bunun Türklükle, Müslümanlıkla alâkâsı olmadığını açıklıyorlar. Meclis-i Mebusan üyesi sıkı İttihatçı Hafız Mehmet, ‘Gözlerimle gördüm. Samsun’da kayıklara bindirip denize döküp öldürüyorlardı. Talat’la konuştum, engel olamadım’ diyor. Zaten bütün işi koordine eden Talat Paşa’dır.

Türkiye’de yönetim İttihat Terakki Partisi geleneğinin, bürokrasisinin ve askerinin kontrolü altındadır. Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’de Meclis konuşmasında geçmişe ait bir fezahat, çok kötü bir olay olarak tanımladı. Bir radyo demecinde de, ‘Bir daha Ermeni kıtaline benzer bir kötülük olmayacağının garantisini veririm’ dedi. Türkiye’de ilk soykırım kelimesini kullanan Atatürk’ün arkadaşı Falih Rıfkı Atay’dır. 1968’de Dünya gazetesinde, 1915 için ‘Bu bir jenosittir’ dedi.” (Taner Akçam, “Atatürk ‘katiller’ Diye Bağırıyordu”, Radikal, 30 Mayıs 2005, s.6.)

 

TARİH: XX. YÜZYILIN EŞİĞİNDE OSMANLI İMPARATORLUĞU

 

“Geçmiş hiçbir zaman ölmez.

Zaten geçmiş hiçbir zaman geçmiş değildir.” (William Faulkner

 

Dönemi doğru kavrayabilmek için önce, gelişen kapitalizme bağlı olarak yükselen yeni sınıfların yarattığı dinamikleri, sonra yarı sömürge hâline gelmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerinde emperyalistler tarafından verilen mücadeleyi anlamak gerekir.



Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist pazarla bütünleşme süreci imparatorluğun her yerinde aynı hızda ve yoğunlukta olmasa da özellikle kıyı kesimlerinde bir ticari sermaye birikimine sebep oldu. Yeni oluşan ticaret sermayesinde çok uluslu imparatorluğun gayri Müslim unsurları (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler) önemli bir ağırlık kazandılar. Diğer taraftan bu bütünleşme, toprak alanında da büyük yapısal değişikliklere sebep oldu. Artan tarımsal ürün talebine bağlı olarak büyük toprak sahipleri topraklarını genişletme çabasına girdiler. 1856 Arazi Kanunnamesiyle kısmi de olsa özel mülkiyet hakkı kazanan büyük toprak sahipleri, özellikle XIX. yüzyılın sonlarına gelirken kendini savunamayacak durumda olan küçük köylülüğün topraklarını pek çok farklı yol izleyerek ele geçirmeye başladılar. Büyük Kürt toprak sahipleri 20 yıl içinde Ermeni köylülerin büyük bir kısmının topraklarına el koydu (Özellikle Hamidiye Alaylarının kendilerine verdiği ayrıcalıkları kullanarak). Ama bu saldırının tek mağduru Ermeniler değildi. Kendini savunamayan Kürt köylüleri de Ermeni kardeşleriyle aynı kaderi paylaştı.

Toprak sorununun Ermeni meselesinin doğru kavranmasında yakıcı bir öneme sahip olduğunu belirterek Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalizmle olan ilişkisine geçelim.

“1870-1920 yılları arasında sahibi olduğu toprakların ve hâkimiyet alanlarının yüzde 85’ini, nüfusunun yüzde 75’ini kaybeden Osmanlı İmparatorluğu” (Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı, Otoman Archives, Yıldız Collection, The Armenian Question, 1. Cilt, s.XII, İstanbul 1989. Aktaran: Taner Akçam, Ermeni Tabusu Aralanırken Diyalogtan Başka Çözüm Var Mı?, İstanbul, 2002, s.74.) adım adım çöküşe yaklaşıyordu. Fakat bu süreç içinde sahip olduğu devasa topraklar ve stratejik konumu sebebiyle, hiç bir emperyalist devletin imparatorluğun tamamının bir diğerinin eline geçmesine göz yumamayacağı bir noktada duruyordu. Güçlü bir devlet geleneğinin etkisinin yanı sıra, bu hassas denge, toprak kaybı olmasına rağmen devletin varlığını sürdürebilmesine izin veriyordu. Eski hâkim sınıf bir yandan denge politikalarıyla devletin varlığını sürdürmeye çalışırken, bir yandan iç düzenlemelerle çöküşten kurtulmanın yollarını arıyordu. Ama sömürgecilik yarışından bir pay çıkarma ümidini de kaybetmiyordu. Emperyalistler dünyayı kana bulayacak bir paylaşım savaşına doğru hızla ilerlerken, imparatorluk üzerinde rekabet daha çok ulusal kurtuluş hareketlerinden yararlanarak kendilerine bağlı parçalar koparma şeklinde cereyan ediyordu. Özellikle XX. yüzyılın başlarında Ermeni ulusçuluğunun İngiliz ve Rus emperyalizmi tarafından teşvik edilmesi ve bunlara rakip Alman emperyalizminin de bastırılması yönündeki müdahaleleri hesaba katılmadan, Ermeni meselesinin doğru bir tahlilini yapmak mümkün olmayacaktır.

Osmanlı’da yaşayan gayrimüslim uluslar içinde imparatorluğa bağlılıklarıyla “Millet-i Sadıka” unvanıyla nitelendirilen Ermenilere, ilk demokratik haklar 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında imzalanan Berlin anlaşmasıyla verilmişti, ve yasal düzenlemelerle reformları içeriyordu. Ancak herhangi bir zorlayıcılığı yoktu ve kâğıt üstünde kalmıştı. Bunun ispatı da, Abdülhamit’in Kürt aşiretlerinden devşirdiği Hamidiye Alaylarının 1894-97 arasında gerçekleştirdiği katliamlardı. Anlaşmada reformları izleyeceği belirtilen İngiltere, Rusya gibi güçlerin katliamlar karşısında seyirci kalmaları iktidarın elini güçlendirmiş ve daha sonra yaşanacaklar için cesaretlendirmiş oldu.

Hamidiye Alayları Sultan Abdülhamit’in hem Rusya tehlikesine karşı Doğu sınırını güvence altına almak, hem de gitgide daha da politikleşen Ermenileri kontrol altında tutmak için geliştirdiği formüldü. Vergiden muaf olma gibi pek çok ayrıcalık vaat ederek yanına çektiği büyük Kürt toprak sahipleri ile varılan bir anlaşmanın sonucuydu. Bunun önemli bir diğer amacı da, merkezkaç kuvvetleri durdurmak ve böylece devletin mutlakıyetçi niteliğini güçlendirmekti. Alaylara dahil olmanın verdiği ayrıcalıklarla büyük Kürt toprak sahipleri, özellikle Ermenilerin ama aynı zamanda kendini savunamayan küçük aşiretler ve küçük Kürt köylülerinin topraklarına da el koymaya başlamış ve gelişen muhalefeti acımasızca bastırmıştı.

1908’de, Avrupa’daki ulusçuluk akımından etkilenen ve anayasal reform vaadinde bulunan Jön Türklerin öncülüğündeki devrimle Abdülhamit tahttan indirildi, ancak politikası baki kaldı. 1908 Jön Türk burjuva devrimiyle başlayan süreçte, Jön Türklerden biçimlenen İttihat ve Terakki Fırkası ile (ilkokuldan beri bize “Ermeni çeteleri” diye öğretilen) yasal parti statüsüne geçen Ermeni örgütleri Hınçak ve Taşnak arasında iyi bir ilişki vardı ve bu partilerle İttihat ve Terakki, 1908 ve 1912 seçimlerine ortak bir platformda girmişlerdi. 1908 devrimi Ermeniler tarafından coşkuyla karşılandı ve son yirmi yıldır topraksızlaştırılan Ermeni köylüleri topraklarını geri alma talebiyle eylemler düzenlemeye başladılar. Bu süreçte toprakları ellerinden alınan Kürt yoksulları da bazı yerlerde toprak ağalarına baş kaldırıyordu.

Böylece toprak sorunu gündeme geldi. Yeni rejim ilk elden Hamidiye Alaylarını dağıtmış ve soruşturmalar başlatmıştı, ancak birkaç ay içinde büyük toprak sahipleriyle anlaştı ve düzenlemeler kağıt üstünde kaldı. Bundan sonra İttihat kadrosu -1913’ten sonra hepten resmi bir cereyan hâline gelecek olan- saldırgan bir Türk ulusalcılığına evrilmeye başlamıştır. Hatta 1909 Adana ayaklanmasıyla yaşanan katliamda, İttihatçıların, katliamın hemen öncesinde gazeteleriyle ve organize ettiği Müslüman toplantılarıyla gerçekleştirdiği provokasyon, dönemin tahkikat komisyonunda kayıtlara geçmiştir. Ayaklanma sonrası İngiliz konsolosunun arabuluculuk önerisiyle silah bırakmayı kabul eden Ermenileri, ordu, halk ve çetelerin gerçekleştirdiği bir kıyım bekliyordu. Adana yakınlarında demirleyen Avrupa donanmalarının seyirciliğinde gerçekleşen katliam, 1915’te başlayacak olan katliamın yerel bir provası, son derece kristalize ve korkunç bir habercisiydi.

İttihat ve Terakki Fırkasının 1913’te, bir darbeyle hükümetteki Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı indirip, zaten politikalarında söz sahibi olduğu iktidarı tamamen aldığı süreçte, Balkanlardaki Slav halkları da Balkan savaşlarıyla kendi kaderlerini kendi ellerine alıyorlardı. Ancak imparatorluğun Avrupa’daki topraklarını ve tebaasını büyük ölçüde yitirmesi, İttihat’ta ve milliyetçi Türklerde elindekileri kaybetme duygusu ve panik yaratıyor, azınlıklara ve gayrimüslim tebaaya karşı şovenizmi güçlendiriyordu. Her katliam ve yağmada gözlendiği gibi, gayrimüslim tebaanın elindeki mal varlığı ve toprak bu şovenizmi ve kin duygusunu kamçılayan bir nedendi. Böyle bir zamanda reform taleplerini dillendirmeye kalkan Ermeni toplumu temsilcileri ve milletvekilleri, Rusya’nın yardımıyla, 8 Şubat 1914’te bir reform anlaşmasını elde etmeyi başardılar. Ancak bu dayatmaya boyun eğmek zorunda kalan İttihatçı liderlerden tehditler ve uyarılar da beraberinde geldi. İmparatorluğun içinde bulunduğu koşullarda bu tehditlerin gerçekleştirilmesine ihtimal vermeyen Ermeni liderlerin tahmin edemediği, Birinci Emperyalist Savaş’ın bu niyet için son derece elverişli bir zemin yaratacağı idi.

1914’te Birinci Emperyalist Savaş başladığında, imparatorluğun kaybettiği toprakları ve gücü yeniden kazanmak, partinin ideologlarından Ziya Gökalp’ın derin katkılarıyla biçimlenen “büyük Turan” hayallerinin de etkisiyle Orta Asya’ya yayılmak için bir fırsat olarak gören İttihat hükümeti, savaştan Almanya’nın galip çıkacağını düşünüyordu. Aynı yılın Ağustos ayında Osmanlı karasularına giren iki Alman savaş gemisinin satın alındığı ilan edildi ve ardından Rusya limanları bombalanarak Almanya yanında bu paylaşım savaşına girildi. Savaştan önce milli iktisat politikalarıyla gelişmekte olan Türk burjuvazisine özellikle ticaret sermayesinde Ermeni ve Rum hâkim sınıflarına karşı mevzi kazandırmayı hedefleyen siyasi iktidar, savaştan önce ve savaşın ilk aylarında planını uygulamaya başlamıştı.

Teşkilâtı Mahsusa’nın şeflerinden olan Eşref Kuşçubaşı sadece 1914 içinde ve harbin ilk aylarında “Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan.... Rum-Ermeni nüfus(un)”, sürülen miktarının 1.115.000 olduğunu söylemektedir. (Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbinde Teşkilât-ı Mahsusa, s.6) Kuşçubaşı’nın anılarından ayrıntılı aktarmalar yapan Celal Bayar da tek tek şehirlere ilişkin bazı sayılar verir. Bunların toplamı yukarıdaki toplam sayıyı vermektedir. (Celal Bayar, Ben de Yazdım, Cilt 5, s.1576.)

Türkçülük akımıyla beslenip donanmış hükümetin, savaşın yaratacağı ortamı, süre giden ve içinde bulunulan koşullar dolayısıyla nefretle katlanılan Ermeni sorununu kökünden çözmek için bir fırsat olarak gördüğü de kuşku götürmez. Nitekim gelişmeler bunu doğrular nitelikteydi. Savaşa girilmesinden beş hafta önce 20-45 yaş, sonra genişletilerek 15-60 yaş arasındaki tüm Ermeni erkeklerin silahsızlandırılıp askere alınması, aynı zamanda askere alınmayan Müslümanlardan milis birlikleri oluşturulması, İttihatçı hükümetin Ermeni meselesinde savaşı nasıl algıladığını ortaya koyuyordu.

Bu aşamada devreye giren Teşkilât-ı Mahsusa katliamda ayrı bir öneme sahiptir. Kökü daha gerilere dayanmakla birlikte, bilinen işlevi bağlamında Savaş Bakanı Enver’in inisiyatifinde kurulan ve devşirdiği çetelerle birlikte kadro sayısı 30 bine varan örgütün resmi misyonu “Milli gaye ve mefkurelerini ve devlet bünyesinde fikir, vahdet ve insicamını teminle vazifeli olarak kurulduğu” şeklinde açıklanmıştı. ( Cemal Kutay, Birinci Dünya Harbinde Teşkilât-ı Mahsusa, s.39.) –devam edecek-







Bu haberin geldigi yer: DHB
http://www.halkinbirligi1.net

Bu haber icin adres:
http://www.halkinbirligi1.net/modules.php?name=News&file=article&sid=819