Burjuva kapitalist sistem de insan olmak oldukça zordur. İnsan gibi birini bulmak için yüzlerce kilometre yol almak gibi bir şeydir. Bazen kilometrelerce yol katederiz birisini görmek için ama gördüğümüzde mutlu olmak ve değdi demek gibidir iyi insanı yakalamak. Burada aradığımız insan elbette üreten yaratan, bilinçli üretim faaliyeti içinde yer alan, karar verme irade ve yeteneği olan bir canlı varlıktır. İnsan nedir ya da ne değildir? Zaman zaman bu soruyu kendimize sorarız. Belki geçmişteki atalarımız da soruyorlardı. Hiç kuşkusuz, gelecek kuşaklar da soracaklar. İnsan nedir sorusu, bir dizi bilinmezlikleri de beraberinde getiriyor. Hangi ölçüt ya da ölçütlerden yola çıkarak insanı en iyi biçimde tanımlayabiliriz? Gerçek olan şu ki, insan canlılar dünyasının en karmaşık, en zor anlaşılır yaratığıdır. Her ne kadar dünyanın en zeki, en yetenekli, sınırsız yaratma, geliştirme ve değiştirme gücüne sahip yaratığı olsa da, sonuçta o bir canlıdır ve de içinde yaşadığı dünyanın bir parçası sayılır. Diğer canlılarla birlikte bir bütünü oluşturmaktadır. Peki, canlılar aleminin bir uzantısı olan insanı yeterince tanıyabiliyor muyuz?
İnsan eskiden beri kendini tanımaya ve geçmişiyle ilgili gizem perdesini aralamaya özel bir merak duymuştur. Tarih boyunca bir çok topluluk, insanın yaradılışı ve onun canlılar dünyasındaki yeriyle ilgili çeşitli efsaneler geliştirmiştir. Biz insanoğulları ve kızları nereden geliyoruz? Kuşkusuz, yüzyıllar boyu insanlar kökenleri konusunda bu soruyu sürekli olarak kendi kendilerine sormuşlar ve sormaktadırlar.
Her şeyden önce, bir canlı olarak diğer canlılarla doğada aynı kaderi paylaşıyoruz; çevremizde varolan doğa koşullarına karşı geliştirmiş olduğumuz özel bir bağışıklık sistemimiz bulunmamaktadır. Her canlı gibi bu çevresel etmenlerden biz de etkileniyoruz. Ayrıca, her canlı için geçerli olan temel gereksinimler bizim için de söz konusudur; yaşamımızı devam ettirebilmek için nefes alırız, besleniriz, uyuruz. Biyolojik donanımımıza bakılırsa doğanın pek de öyle güçlü bir yaratığı sayılmayız. Ne arslan gibi sağlam ve güçlü bir pençemiz, ne timsah gibi parçalayıcı dişlerimiz, ne fil gibi iri bir cüssemiz ve ne de ceylan gibi hız yapan bacaklarımız var. Görüldüğü gibi, doğadaki birçok canlının sahip olduğu anatomik donanımlardan yoksunuz. O halde dişiyle parçalayan, pençesiyle vurup öldüren, iri cüssesiyle ezen, çevresine korku salan ya da çok hızlı koşarak avını yakalayan, yeri geldiğinde aynı hızla kaçıp tehlikelerden kurtulmasını bilen bir canlı olmadığımıza göre, bizi doğanın en güçlüsü kılan bir özelliğimiz olmalı.
Sınırsız bir potansiyel var, ama bu ne olabilir? Gerçekten de organizmamızın bu mütevazılığına karşın bizi tüm canlılar dünyasının biricik yaratığı yapan ayırdedici bir hususiyetimiz var ki, o da beynimizdir. Tabii her canlının bir beyni vardır, ama biz insanlardakini ayrı bir kefeye koymak gerekir. İnsanı bu yüzden homo cerebralis (beyinli insan) olarak tanımlayanlar vardır.
İnsan kimdir derken, aklımıza hemen insan doğası ne demektir ya da insan olmak ne anlama gelir soruları da takılır. Kimilerine göre insan, sosyal bilinçlenmeye sahip tek yaratıktır. Kimileri için de acıkmadığı zaman dahi yiyen, susamadığı zaman su içen, uykusu olmadığı halde yatıp uyumaya çalışan ya da her mevsim aşk yapan bir canlıdır.
İnsan beyni sahip olduğu soyut düşünce potansiyeli ile doğada benzeri bulunmayan bir organdır. Bu bağlamda, insanı en önemli ve en anlamlı kılan, insanlaşma sürecinde temel ivme olarak kabul edilen beyin korteksindeki (kabuğundaki) muhteşem gelişmedir. Biz onu doğadaki hiç bir canlı ile paylaşmıyoruz. Her ne kadar beyin düzeyinde bu benzersizliğe sahip olsak da, diğer canlılardan kopmuş doğaüstü bir yaratık da sayılmayız. Her canlı, içinde yaşadığı ortamda varlığını sürdürme olanağı sağlayan karmaşık ve özgül bir uyum stratejisi geliştirmiştir. Bu uyumsal örüntü aslında insan için de geçerlidir. Tüm canlılarda olduğu gibi, insanın da biyolojik bağlamda birtakım sınırlamaları vardır.
İnsan doğasına ilişkin tüm bilinmeyenlere yanıt bulabileceğimizi ileri sürmemiz beklenmemeli. İnsan sınırsız bir bilme, öğrenme ve araştırma gereksinimi duyar. Doyuma ulaşmasının ve kendini güven içinde hissetmesinin temel kaynağı bilgidir. İnsan, biyolojik örüntüsüyle kendini aşan bir canlıdır. Onun varoluşu ne üreyip çoğalmasıyla gerçekleşmiştir, ne de ölmekle noktalanmıştır. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan bir yönü, geçmişten geleceğe bir devamlılığa sahip olduğunun bilincinde bulunmasıdır.
İnsan enerji tüketen, tarih yazan, veri toplayan, karar verip uygulayan, geçmişten aldığı derslerle (her zaman bunu başaramıyorsa da) bugününü kuran, geleceğe yönelik plan ve projeler hazırlayan bir canlıdır. Kuşkusuz her canlının bir yaşam stratejisi vardır; insanın ayırt edici özelliği, bu açıdan diğer canlılardan farkı, bu stratejiyi içgüdüsel olarak değil de bilinçli olarak belirlemesidir.
Haliyle sınıflı toplumlarda sadece üreten, yaratan, düşünen insan olmak için yetmiyor. Artık yeni tip insan aynı zamanda örgütlenen insandır. Bilinçli eylemini örgütlü faaliyetiyle bütünleştirendir.
Bilinçli eylemin genel düşünsel ilkelerini; özgürlük, eşitlik, adalet ve insanca yaşam olarak ifade edebiliriz. Bunun içinde mevcut koşullar içerisinde burjuva kapitlist sisteme karşı özgürlük, eşitlik ve adalet için ortak zeminde örgütlenmek ve mücadele etmek gerekiyor.
Bir de ikinci sınıf olarak görülen, toplumsal yaşamın dışına itilmiş, modern burjuva kapitalist toplumda cinsel bir meta olarak görülen ve hatta birçok ülkede ikinci sınıf insan yerine konulan ve bazen adı bile anılmayan emekçi kadınlarımızdır. Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortaya çıktığı tarih boyunca çok yönlü baskı altında tutulan, itilen kakınlan ve sömürülen kadınlar olmuştur. Ezilenin en ezileni olan kadınlar yaşamları boyunca toplumsal ve polistik baskı altında tutularak özgürlükleri kısıtlanmış ve erkek egemen değerlere göre hareket eder konuma düşürülmüşlerdir. Kadınlarımız bir yerde babanın kız evladı, kocanın karısı, oğlunun anası, kardeşin bacısı hep birilerinin bir şeyi olmuş ve bağımlılıkta kurtulmak bir yana sistem tarafından bu bağımlık durumu pekiştirilmiştir. Haliyle kadın bağımlılık zincirlerini kırarak eşitliği ve özgürlüğü sağlamada pek bir yol katedememiştir. Bu bakımda kadınlar yüzyıllardır toplumsal yaşam içerisinde üreten yaratan olmalarına karşın, yönetme ve yönlendirme, politikada aktif birey olmada istenen konumda durdukları söylenemez.
Kadınların edilgen yetiştirilmeleri, toplumsal baskılar, gelenek, görenek ve dini gericiliğin etkisi, erkek egemen değerler vb. onların toplumsal mücadelede yeterince aktif yer almalarının önlediği gibi başarılı olamalaırnında önünü kapatıyor. Yıllardan bu yana kadınların eşitlik ve özgürlüğü doğrultusunda sürdürülen zorlu mücadelede çok az mesafe katedeilmiştir. Çünkü toplumun önemli bir bölümünü oluşturan emekçi kadınlarımız toplumsal mücadelenin dışındalar ve ev kadınlığı görevleriyle yükümlendirilmişler ve ikinci sınıf insanlık halini kabullenmiş duruma düşürülmüşlerdir. Halbuki savaşlardan, işsizliklkte, açlıktan ve yoksulluktan, en çok etkilenen, zarar gören ve acı çeken kadınlarımızdır. Her savaşta insanlık kaybederken en çok kaybeden kadınlar ve çocuklarımı oluyor. Bütün bu yıkım ve zulümlere karşı başarılı olamıyor ve bu durumu tersine çevirmek için, örgütlenip mücadeleye atılamıyoruz.
Dahası toplumsal yetiştirme tarzı nedeniyle kadın duygusaldır, yokluğu, yoksunluğu ve acıları en çok onlar duyumsal ve yaşar. Yaşamın zorluklarını en çok onlar sesizce içleirne sindirmiştir. Toplumsal çelişkileri onlar kadar kimse hissedemez. Kadının biyolojik özellikleri ile sosyal yaşam içerisinde karşılaştığı sorunlar, aslında onları çok daha sorumlu olmaya zorluyor. Ama bu sorumluğu örgütlenmeyle birleştiremiyor. Bazen duygusal özellikler, örgütlenmesinin ve mücadelesinin önüne geçiyor.
Kadın üzerindeki baskılar ev-aile ortamından başlar, egemenlerin iktidarına kadar yükselir. Kadın gözünü açıp yetkinleşmeye başladığında evde, erkek (baba –kardeş) baskısı ile karşılaşır. Ailede konulan kurallar sadece kızlara ve anneye uygulanır. Erkek evlat bu bakıcı kuralların dışında tutulur hatta uygulayıcı duruma geçer. Erkek evlat yeri gelirse anneden de hesap sorar. İyi bir ev kadını olmak eşini rahat ettirmek için bütün işler anne tarafından öğretiliyor. Anne kızının dürüst, ahlaklı ve eşine hizmet etmesi doğrultusunda daha küçükten başlayarak yetiştirliyor. “ Sakın sokağa çıktığında erkeklere bakma, başını öne eğ, tanımadığın erkeğe selam verme ve konuşma! Erkeğin önünden geçme, yolunu kesme . Erkek kardeşi olan kız arkadaşını ziyaret etme ! Misafir geldiğinde bütün yeteneklerini, iyi ve namuslu bir kız olduğunu göster, çay getir, bulaşık,çamaşır, , yemek yapma ve bulaşık yıkama işlerinde anneye yardım et vs.”
Cins ayırımı daha küçük aileden 3 ailede başlıyor. Erkek daha özgür karar verme yetkisine sahipken, kız çocuğu büyüdükçe hareket alanı her geçen gün daralıyor ve herşey cinselliğini korumaya bağlanıyor. Yalnız başına gezmesine sokağa çıkmasına, giyinmesine vb. dair birçok yasaklar uygulanmaya konulur. Baba yoksa erkek kardeş, oda yoksa amca, amca çocukları sorumlu, onlara sormadan dışarıya çıkması, konuşması yasaktır kadının. Özgürlük alanı ev işleri için oldukça geniş, toplumsal ilişkilerde ise bir o kadar dar ve sınırlı. Böylece kadın erkek eşitsizliği, burjuva toplumunun en küçük birimi olan aile içende başlayıp tüm toplama halklar halinde yayılarak bütün çıplaklığıyla yaşanır. Bu eşitsizliği, ilerici, devrimci, sosyalist ve hatta komünist olarak gören aile yaşamlarında da görmek zor değil. Böylece köhnemiş emperyalist kapitlaist dünya’yı değiştirme iddiasında olan devrimci ve sosyalist geçinen erkeklerin önemli bir bölümü, aslında toplumu değiştirmeden önce yapmakla yükümlü oldukları aileyi devrimcileştirme gücüne ve yetisine sahip değillerdir. Bu aynı zamanda kapitalist dünyayı değiştirme iddiasında olan devrimci birinin ne kadar ideoloji ve politik duruşuyla uyum içinde olduğunu gösterir. Yani ‘devrimci’ aile içinde de, burjuva erkek egemen değerler kesintisizce devam ediyor. Sözde rahatsız olsalar da, pratik yaşamda memnunlar ‘ devimci ’ görünen erkekler.
Böylece biz kadınlar savaşı daha baştan kaybediyoruz. Peki, bu bir kader mi? Asla. Yüz yıllardır devam eden kadınların bu kölelik ve ikinci insan görülme konumları tarihin bir çok dönemlerinde mücadele sonucu değişime uğramış ve kadınların eşitliği ve özgürlüğü savaşımı bakımında önemli kazanımlar elde etmiştir. Emekçi kadınlar, toplumsal üretim içindeki tutukları yer, bilinçlenip ve örgütlendiğinde, kendi güç ve yeteneğini kavradığında, makus kaderini değiştirmede hiç de zorlanmayacağı bilinmelidir. Elbette bunun için kadınların kendi güçlerinin tanımları ve edilgen ve kendilerine dayatılan kadercilik ve boyun eğiciliği devrimci bilincin ışığıyla parçalayıp kalıpları kırıp geçmeleri gerekiyor.
Dahası, kadınlar zorlu kavga içinde oldukları bilinci içinde hareket ederek aile içinde kendisini var etmesinden, kurulu kapitalist düzene karşı mücadele etmeye kadar kavgayı bir çok cepheden sürdürmelidir. Bunun içinde toplumsal mücadele ve aile içinde devrimcileşme de kadınlara daha çok görev ve sorumluluk düşüyor. Bu görevleri yerine getirmek için kadın öncelikle, üreten yaratan, iradesini kullanan sorumlulukları yerine getirmek için dövüşen devrimci özgür bir kadın olmalı,kendisini örgütleyip değiştirerek etrafını değiştirmeye asılmalıdır. Ancak böylesi bir yolda ilerlediği durumda, kadın insan olmanın zor ama onurlu gereklerini yerine getirmiş ve özgürleşme yolunda kavgayı ileriye taşımış olur.