
DEVLET İÇİN HER YOL MÜBAH
Tarih: 08.01.2008 Saat: 11:31 Konu: Baş Yazı
TC devleti ilan edildiğinden bu yana ulus devleti koruma ve kollama adına her şey mubahtır yaklaşımı merkeze alınmış ve buna uygun olarak davranılmıştır. Amaca varma da her yolunun geçerli olduğunu savunan ve kendi dışındakilere yaşam hakkı tanımayan, baskı ve şiddete dayanarak fetih politikalarını hak gören, gücü olanın güçsüze; kuvvetlinin zayıfa, mülk sahibinin yoksula karşı, hiç bir ahlaki -hukuki sınır tanımaksızın ve “ulusu ve devleti korumak” adına uygulana gelmiştir Türkiye’de. “Ulus ve devlet çıkarı” adına, insanların yok edilmesi ve ulusların ve ulusal azınlıkların soykırımdan geçirilmesi, zoraki asimilasyonu ve bunun başarılması için her şey geçerli, yasal ve ‘ahlaki’ sayılmıştır! Türk burjuvazisi, bu yaklaşım, “yeni bir ulus ve devlet yaratma” adına kendisine örnek almıştır ve 85.yıldır da bu anlayışa uygun hareket etmektedir. Burjuvazi, kapitalizm öncesi geleneksel değer yargılarını da yedekleyerek kendine yeni tabular yarattı. M. Kemalin önderliğinde TC devleti ulus yaratma ve ulus devleti güçlendirme” adına ,Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi, “Ne Mutlu Türküm Diyene!” formül dayatmasının türevlerine uygun olarak yukarıdan ve devlet kurumları eliyle tabulaştırdı. Türkçülük/Atatürkçülük ve İslamcılık akımlarının toplumsal temelinin “sağlamlaştırılması” için, din desteğindeki devlet ve devletin desteğindeki din unsurları kullanılarak, “bütün yabancı unsurların harice çıkarılması ya da yola getirilerek asimile edilmesi”, bir devlet ve yönetim politikası olarak billurlaştırıldı. Kendilerini farklı ve başka ulusal-kültürel-inançsal özelliklerle ifade edenler ya da etmeye kalkışanlar daha baştan “düşman” olarak ilan edildiler ve onların her nasıl olursa olsun “yola getirilmeleri”nin kaçınılmaz/zorunlu ve gerekli olduğu anlayışının toplumsal kabul görmesi için sermayenin elindeki tüm olanaklar, onun tüm kurumlarının merkezi seferberliğiyle harekete geçirildi. Örneğin Kürt yoktu; Ermeni, Rum gibi Hıristiyan “azınlıklar” ise “yabancı emperyalizmin içerideki ajan topluluklarıy”dı. Herkes buna inanmalı, buna göre hareket etmeli, Türkleşmeli, Türk olmalı, Türk olmaktan mutluluk duymalıydı herkes! Aksisi olmazdı. 1921-1938 arası dönemde, bu “farklı ve başka olma” iddiasındaki ulus ve milliyet topluluklarına ve Hristiyan azınlıklara karşı devlet politikası -ki yok etme, çözme ve asimilasyon olarak özetlenebilir- Türkçülük ve İslamcılığın (esas olarak Sünni İslam) dayatılmasıydı. Tabu oydu ki, kişi ve topluluklar, kim ve ne oldukları, hangi sorunlarla karşı karşıya bulundukları üzerine düşünmemeli, bundan özellikle kaçınmalı; düşünce, davranış ve kaderlerinin “Tanrı” ve “onun yeryüzündeki temsilcisi devlet” tarafından belirlenmesine/belirlendiğine kanaat getirmeli; böylece iyi bir “kul” ve iyi bir “vatandaş” olduğunu kanıtlamalıydılar! İnsan ve “kul” çünkü, nasıl yaşayacağı, nelerle karşılaşıp nelere sahip olacağı önceden belirlenmiş “güçsüz bir varlık”tı. Kürtler -diye “bir kavim ve millet” zaten hiç olmamıştı- yoktular; Aleviler, “yol sapkını” ydılar ve Hristiyan azınlıklar da “gavur”dular! Öyleyse, bu çevrelerden yükselen “ayrı sesler” in bastırılması ve yok edilmesi için yapılacaklar hem zorunlu hem de “son Türk ulus devletinin hakkı ve görevi” ydi. Dahası, buna uygun hareket etmeyenler zaten ve ancak hain olabilirlerdi!
Bu anlayış on yıllar boyu topluma, egemen düşünce olarak empoze edildi. Eğitim sistemi ve dini propaganda bu temel düşünce üzerinden şekillendirildi. “Türk toplumunun ‘sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle’ olduğu” propagandası, “herkesin ayrımsız hak sahibi olduğu” gibi bir yanılsamanın hakim olmasını da amaç olarak gütmesine rağmen, esas olarak “sınıfsız” ve “başka milletsiz, saf Türk” iddiasını hakim kılmayı hedefliyordu. Türk ve güç, Türk ve yenilmezlik, Türkün “dünyaya bedel”liği; “Türk’ten başka dostunun olmayışı” ve “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” üzerine kesintisiz söylem, “bir toplam olarak millet” için önem taşıyan ‘değerler’ in istismarı üzerinden hakim sınıf çıkarlarının dokunulmazlığı amaç edinmiştir. Böylece, burjuvazinin görünüşte de olsa “ululadığı” bu ulusal tabulara aykırı en küçük tutum, düşünce ve eylemin “en hainine düşmanlık” olarak benimsenmesi sağlanmak isteniyordu. Son birkaç aylarda Türkiye de yaşanan toplumsal “travma”, burjuvazinin on yıllar boyu yaratma uğraşı verdiği bu ön ideolojik-kültürel (manevi) ve politik-maddi koşul ve etkenlerden soyutlanamaz. Burjuvazi için, “düşman” olarak gösterme bir başka “tabu”ydu. Hak talebinde bulunanın “düşman” kategorisinde gösterilmesi için, “ülkeyi bölmeye çalışmak” ve “sınıf savaşı yürütmek” söylemiyle “bölünmez bütünlük”(!) tabusu darbelenirken, “aynı gemide” ve “tek millet” olma tabusuyla, saldırı, inkar, hak gaspı olağan ve kaçınılmaz gösteriliyordu. Düşman olarak gösterilenlere dair iddiaların kanıtlanması da şart oluşturmuyordu. Kitlelerin bu burjuva amaç ve hedefine bağlı yönlendirilmesini başardığı oranda tabularını kabullendirmiş, onlara biat edilmesini sağlamış olacaktı. Kitlelerin “değer” istismarı üzerinden aldatılmalarının en çarpıcı örneklerinden biri de, gündemin ön sırasına alınan “sınır ötesi harekat”ın gerekçeleri olarak öne sürülenlerdi: “sınır ötesi harekat”la “bölücü terörün varlığına son verme” nin “seçeneksiz zorunluluk” olarak propaganda edilmesi ve “toplum”un bu harekatın cepheye yedeklenen kitlesine dönüştürülmesi için, “ülkenin ve milletin bugüne dek görülmedik ölçüde bölünme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu, bölücü örgütün iç ve dış destekçilerinin bulunduğu”, bunların ‘büyük Türk milletine karşı birleştikleri’, ‘Irak’ın kuzeyinin terör üssü haline geldiği, bu üs berhava edilmeden çözüm olamayacağı, Barzani’nin ‘büyük Kürdistan kurmak istediği’, esas tehlikenin de, orada oluşturulan özerk Kürt bölgesinin varlığından kaynaklandığı, sorunun ‘kökten halli’ için de oraya müdahalenin şart olduğu” söylenmekte ve buna herkesin inanması istenmektedir. Yoksulluk ve sefalet içinde kıvranan ve bir çıkış arayan Türk emekçi kitlelerini faşist şovenist bir histeri içine çeken ve etkileyen “Kürdü düşman görme” tutumu da faşist kafatasçı devletin “tepeleri”nden yaratılmış “olumsuz tabuların ; “düşman” ilanın kabul görür hale gelmesinin bir ürünüydü. TC devletinin , yönlendirip harekete geçirdikleri kitlelerin “tersten baskısı”ndan da güç alarak, onların, “haydi ne duruyorsunuz, biz de varız, asker defterine yazılmaya hazırız” tahrikini yaratmayı başarma “hazzı” ile “sınır”ının da ötesine gecen, yakıp yıkma gücüne sahip, uzak mesafelerde etkili füzeleri başarıyla hedefe atabilen ve “düşmanı ininde kahreden” bir “millet ve devlet”i temsil ettiklerini göstermekteydiler! Ve bir şey daha: İktisadi, sosyal, politik baskı altında, yasam koşulları giderek ağırlaşmış sömürülen emekçi yığınlar, bir süreliğine de olsa, kendilerinin günlük, çok somut, hemen her an hissedilir sorunlarının “ötesine geçerek”, onları “unutarak”, düşman olarak gösterilmiş olanın üzerine gitmek üzere devlete, generallere, hükümete yedeklenmeleri de, başarılmış olunuyordu. Yığınlar düşman hikayesi ve 16.Türk devletinin ayakta tutulması adına her yol mubah görülüyor ve faşizmin devleti kutsaması ve tabu haline getirilmesi emekçilere kabul ettirilmeye zorlanıyor. Bu politika yıllardan bu yana uygulanıyor. TC devleti ulus devleti koruma kollama ama her dönem düşman yaratmaktan geri kalmıyor. Ermeniler, Rumlar düşman ilan edilerek soykırımlardan geçirilerek zoraki asimilasyonlarla bitirildikleri gibi bugünde Kürtler hedef tahtası içinde bulunmaktadır. Genelkurmay başkanının “ ne Mutlu Türküm demeyenin hain ve düşman” ilan edildiği bir ülkede, işçilere,emekçiler ve devrimciler için tek yol kalıyor oda bu faşist kafatasçı devleti yerle bir ederek, işçi ve emekçilerin devrimci iktidarını kurmak için devrimci mücadeleye sıkıca sarılmak.
|
|