KORKU ÖTESİ
Tarih: 08.01.2008 Saat: 10:55
Konu: Kültür Sanat


Soğukta kalmış kuşlar gibi sığınacak bir yer arıyordu. Beni görünce bakışlarındaki korku daha da büyüdü. Bir an şaşkın şaşkın çevresine bakındıktan sonra gelip yanıma oturdu. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Bir süre bekledi. Ben yüzümü yalayan nefesinden kurtulmak için biraz uzaklaşmayı düşünürken, o ağlamaklı bir sesle:
- Bizi asarlar mı? Diye sordu.
Hiç beklemediğim bu soru karşısında şaşırdım. Gözlerim büyüdü. Yağlı ipin ilmiği boğazıma geçmiş gibi heyecanlandım. Burnumun ucunun, koltuk altlarımın ısındığını hissettim. Ben korkumu yenmeye çalışırken, o duymadığımı sanarak sorusunu yineledi.
- Bizi asarlar mı?
Ne söyleyeceğimin şaşkınlığı içinde:
- Bilmiyorum, dedim.
Sanki başka sözcük bilmiyormuş gibi:
- Bizi asarlar, dedi. Kendi söylediklerini onaylarmış gibi de, kafasını öne doğru birkaç kez salladı.
Bizim karşı tarafımızda, reonun arka kapağına yakın oturan askerin bize sert sert baktığını görünce susması için işaret ettim. O işaretimi sanırım yanlış anladı ki, kafasını döndürüp reonun içine baktı. Ötekilerin de kümese yeni gelen garip tavukların suskunluğuna gömülmüş olduklarını görünce, umutsuzluğu daha da arttı. İnce dudakları büzüldü, tam ağlayacağı sıra da reo homurdanarak hareket etti. Oturduğu banka iyi tutunmadığı için savruldu. Çevik davranıp tutmasaydım, kafasını oturduğumuz tahta banka çarpacaktı. Ayağa kalkmasına yardım ettim. Vücudu titriyordu. İkimiz de oturunca:
- İyi tutunun, dedim yüzüne bakarak.
Yüzüne bakmamı fırsat bilerek, bu kez yalvaran bir sesle:
- Bir şey söyleyin Allah aşkına!
Yere bakarak:
- Ben de sizin gibiyim, ne yapacaklarını bilmiyorum, dedim usulca.
- Daha kapının önüne yeni çıkmıştım ki, komutan kızgın kızgın bana bakarak, bizi asacaklarını söyledi.
Bu kez düşünceli düşünceli bilmem anlamında omuz silktim. O yere baktığı için omuz silkişimi görmedi. Bir eliyle katlanan eteğini düzeltirken:





- Öyle olmasa bu sabahın köründe götürmek için gelirler mi? Sonra adamın bir bildiği var ki, öyle söylerdi.
Yukarıya, çadır tavana bakarken "Bir bildiği olmasa söylemez elbette." diye usulca söylendim. Gözlerimi yumdum. Gözlerimi yummamla birlikte gözkapaklarımın arasına sıkışmış iki damla yaş göz çukurlarımdan yanaklarıma doğru aktı. Gerçekten her olasılığı düşünmüştüm, ama bunu hiç düşünmemiştim. Buna inanmak istemiyordum, ama içime de bir korku düşmüştü. Adamlar on sekiz yaşına gelmemiş insanı asıyorlar da, bizi neden asmasınlar? Asacak adam olduktan sonra suç mu yok. Sanki dünyada hep suçlular asılıyormuş gibi düşünüyoruz nedense. Halbuki Rozenberg´ler gibi suçsuzlar da idam ediliyor. Bu iç karartıcı düşünceden sıkıldım. Bir süre hiçbir şey düşünmemeye karar verdim. Yeniden boş bakışlarla çadır tavana bakmayı sürdürürken kızlarımı anımsadım. Yine gözlerim doldu. Elimin tersiyle göz çukurlarıma biriken yaşları silerken, herkesin belli bir ritmle sallandığını gördüm. Yükü hafif olduğu için bindirildiğimiz kocaman reo bizi istediği gibi sallıyor, arada bir de yukarı doğru hoplatıyordu. Sallanmamız değil, ama yukarı doğru hep birlikte hoplamamız çok komikti. Bu komik durum düşüncelerimi böldü. Kızlarımı düşünmekten vazgeçip, önce karşı karşıya oturan askerlere, sonra da yanımda oturan resim öğretmeni Nadire Hanım’a baktım. Hâlâ mezarlığa götürülüyormuş gibi hareketsiz ve suskundu. Ama, o düşme tehlikesinden sonra iri kalçalarını oturduğu tahta bankın üzerine iyice yerleştirmiş, iki eliyle de sıkı sıkı tahta bankın kenarından tutmuştu. Tahta bankı iki eliyle tutuğu için de göğüsleri biraz ileri doğru çıkmıştı. Sarı kısa kesilmiş saçları yuvarlak yüzüne bir başka anlam katıyordu. Ağzı yüksek dağların yamaçlarından okyanuslara doğru ince ince akan soğuk derelerde büyüyen ve sabah güneşi vurdukça pulları parıl parıl parlayan alabalıkların ağzı kadar ufak dudakları dümdüzdü. Yuvarlak yüzünün ortasındaki burnunun üst tarafı basık olduğu için, uç tarafı cımbızla yukarıya doğru kaldırılmış gibi duruyordu. Yanaklarındaki küçük çiller alnında daha da büyüyor, çenesinin tam ortasındaki çukurlaşma sadece konuşurken ortaya çıkıyordu. Boynu kuğuların boynu gibi uzun, omuzları ise iri göğüslerini taşıyamayacak kadar dardı. Kolları uzun değildi ama parmakları ojeli tırnaklarıyla birlikte çok uzun görünüyorlardı. Elleri, elden çok; sapı kısa, parmakları uzun bir yabaya benziyordu. İncecik beli düşük omuzlarının da, iri göğüslerinin de uyumsuzluğunu örtüyor, belinden hemen sonra birden bire genişleyen kalçaları ise gövdesinin üst kısmından ayrıymış gibi duruyorlardı. İnce uzun bacakları ise giyindiği uzun eteğin içine saklanmış gibiydiler. Küçücük ayakları ise, irice vücuduna, geniş kalçalarına ve uzun bacaklarına tamamen aykırıydı. Sanki insan tanrıların mitolojiye gömülü küçük ayaklı kızlarından biri gelip yanımda oturmuştu. Kaç yıldır aynı öğretmenler odasına girip çıkmıştık, ama ayaklarının bu kadar küçük olduğunu hiç farketmemiştim. Küçük ayaklarına bakarken, bu ayaklar üzerinde yürüyerek öğretmenler odasına girişlerinden birisini anımsamaya çalıştım, ama ne garipdir ki tek birtanesini bile anımsayamadım. Demek ´ insan çok yakınındaki güzellikleri göremiyor, hep kendinden uzaklara bakıyor.´ diye geçirdim.
Yıllardır Nemrut´un taştan tanrılarını uyandırdıktan sonra yavaş yavaş kentimizin üzerine inen güneşin ilk ışıkları, bu kez reonun arka tarafını kapatan çadır kapağın aralığından içeri girip, gözlerimizi kamaştırdıktan sonra karanlık mağaralarda yankılanan bir sesin hüznüyle kayboldu. Güneşin ışığı kayboldu ama içerideki sessizlik bozuldu, o sersem durgunluk biraz da olsa canlandı. Sanki hepimiz o ânı bekliyormuşuz gibi gözlerimizi kırpıştırarak birbirimize baktık. Bakmamızla, birbirimizden utanarak bakışlarımızı birbirimizden kaçırmamız bir oldu. Usuna iyice yerleştirdiği sorunun yanıtını hâlâ verememiş olan resim öğretmeni Nadire Hanım, bu kez kendi kendine söylenir gibi "artık geri dönemeyiz değil mi?" dedi. Onu bu düşüncesinden caydırmak ve biraz da teselli etmek için bir şeyler söylemeye karar vermiştim ki, reonun arka tarafında bir eliyle oturduğu tahta banka tutunan, bir eliyle de tüfeğinin namlusunu tutan sert bakışlı askerle yine gözgöze geldik. Bakışlarından bizim korkularımızdan çok uzaklarda gezindiği, ama bizi korkutmaktan da zevk aldığı anlaşılıyordu. Kaçamak bakışlarla Nadire Hanım´ın ileriye doğru çıkmış göğüslerine bakarken, kafasıyla birbirimizden uzaklaşmamızı işaret etti. Ben Nadire Hanım´dan biraz uzaklaştım. Asker de utanmış gibi dönüp dışarıya baktı. Tam onun karşısında oturan öteki asker sürekli dışarı bakıyor, içerideki korku dünyasıyla hiç ilgilenmiyordu. Arada bir kıpırdayan dudaklarının hareketinden de bir şarkı mırıldandığı belli oluyordu. Benim kendisinden uzaklaşmamın nedenini anlayamayan resim öğretmeni Nadire Hanım, bana doğru yaklaştı. Bunu farkeden sert bakışlı asker, tüfeğinin dipçiğini reonun kalın sacdan yapılmış tabanına iki kez vurdu. Sesi duyan Nadire Hanım, irkilerek sesin geldiği yöne baktı. Askerin kararlı ve sert bakışlarıyla karşılaşınca da dolu vurmuş gelincikler gibi boynunu büktü.
Bayram hazırlıkları süresince birlikte çalıştığımız günlerde hiçbir düşüncemizi kabul ettiremediğimiz, siyah kalın bıyıklı, yeşil gözlü, kentin tek mimarı, bir eliyle oturduğu tahta banka tutunurken, öteki eliyle de boş piposuyla oynuyor, arada bir de öfkeli öfkeli bize bakıyordu. Bakışları gözbebeklerinden çıkar çıkmaz "Ey, fakirden de fakir zavallılar. Tembelden de tembel yaratıklar. İki hafta boyunca gerçeğin sizin anladığınız, sizin kavradığınız gibi olmadığını anlatmaya çalıştım, ama anlatamadım. Resimleri elinizdeki fotoğrafa benzetmek için bilmem nerelerinizi yırttınız. Şimdi sizi de kendi fotoğraflarınıza benzetsinler da görün. Suç bende ki sizler gibi kendi doğduğu kentten başka gördüğü büyük kentlerin sayısı bir elin parmakları kadar olan insanlarla çalışmayı kabul ettim. Eminim siz ne Boğaz´daki rakının tadını tadmışsınızdır, ne de Paris´ten geçen Sen´in üzerindeki şen ve şakrak insanları hayal edebilirsiniz. Bir gerçek tutturmuşsunuz gidiyorsunuz. Gördünüz mü, sizin gerçeğiniz ile başkalarının gerçeği birbirini tuttu mu? Benim dediğim gibi portreleri postmodern bir anlayışla yapsaydınız, ne kimse bir şey anlardı, ne de başımıza bu belalar gelirdi. Benim için kolay, onlar yaptı diyerek çıkarım işin içinden. Sonra kim koca aşiretle uğraşmayı göze alır. En fazla iki gün içerde kalırım. Ama siz..." diye haykırıyorlardı.
Birlikte çalıştığımız sürece piposu elinden düşmeyen, sık saçlı, dar alınlı, düz burunlu mimarın tam karşısındaki köşede oturan, kentin çeşitli yerlerine asılacak Atatürk portrelerinin çizimi sırasında bize yardımcı olması için belediye tarafından görevlendirilen işçi, ayaklarını uzatmış, ellerini göğsünde birleştirmiş, kaygısız, ama gözleri açık uyuyordu. Yüzündeki derin çizgiler dümdüzdü. Vicudunda hiç hareket yoktu. Sadece içeriyi arada bir yoklayan rüzgar, yarı yarıya kırlaşmış saçlarını oynatıyordu. Belli ki böylesi yolculuklara alışkındı.
Resim öğretmeni Nadire Hanım, bir süre sessiz ve hareketsiz durduktan sonra askerin uyarısını unutmuş gibi elini uzatıp elimi tuttu. Karşımızda oturan askere bakarak konuşmasını bekledim. O yine aynı ses tonu ile sorusunu yineledi:
- Yunus bey bizi asarlar mı?
Sararmış yüzüne boş bakışlarla baktım. İlk götürülen herkes korkardı, ama resim öğretmeni Nadire Hanım’ın korkusu korkudan da öte bir korkuydu. Onu korkuttuğu kadar beni de korkutuyordu. O sorusunu tekrarladıkça ben hiç düşünmediğim korkulara doğru sürükleniyordum. Giderek onun bu İbizi asarlar mı?" sorusu belleğimde yer ediyordu. Öyle ya her gün yüzlerce insan götürülüyor, bunlardan birçoğu da geri dönmüyordu. Biz neden geri dönmeyenlerden birisi olmayalım ki? Sonra bu kargaşada kim astıya da gidebilirdik. Nasıl olsa herkes kendi canını kurtarmanın derdine düşmüş, bizi kim arayıp sorar. Arayıp soranımız olsa ne olur? Arayıp soranlarımızı da alıp bizim yanımıza koyarlar. Eh bizim suçumuz da öyle affedilecek bir suç değil hani. Fotoğraflara baka baka yaptığımız resimlerde Atatürk´ün bıyıklarını Stalin´in bıyıklarına benzetmişiz. Hadi birimizin gözünden kaçtı, ya ötekiler neden bunu farkedemedi. Bak biz farkına varamadık, ama elin oğlu hemen farkedip generale ulaştırdı. Keşke dilim tutulsaydı da, eve gelenlere yaptığım resimleri göstermese, elim resme yatkındır demeseydim. Ala şafakta bastılar evi. Kapıyı dipçiklerle dövmeye başladıklarında hepimiz uyandık. Koca reonun farlarının güçlü ışığı bir ışık seli gibi odalarımızı aydınlattı. En büyük kız uyanır uyanmaz ağlamaya başladı. Hanımla koşarak odalarına gittik. Ne kadar sakinleşmeye çalıştıysam da susturamadım. Kapıyı açar açmaz içeri dalan askerlerin arkasından ağır ağır içeri giren yüzbaşı "giyin gidiyoruz" deyince; yüreğime taş doldurdular sandım. Kapıdan çıkmadan çocukları yüreklendirmek için, "ağlayacak bir şey yok, bir iki güne kadar dönerim" dedim. Keşke demez olsaydım. Sesimi duyunca yüzbaşı yapıştı yakama. Önce ileri geri sarstı. Sonra da reoya doğru fırlattı. Yere düştüm. Kaldırmaya gelen askerler komutanlarına şirin gözükmek için önce potinlerinin uçlarıyla kaburgalarıma vurdular, sonra da kollarımdan tutup ayağa kaldırdılar. Ayağa kalktığımı gören yüzbaşı yine karşıma dikildi. Ceketimin yakasından tutup sarsarken, "O Stalin bıyıklı resimlerin bezlarini sana yedirmezsem bana da..." dedi. Tümcesinin sonunu getirmeden de beni yine reoya doğru savurdu. Sonra uzun süre reoyla kenti dolaştırdılar. Sonra bir bir ötekileri getirdiler. En son resim öğretmeni Nadire Hanım geldi.
Bir uzun sarsıntıdan sonra reo homurdanarak durdu. Bizimle ilgilenmeyip habire dışarı bakan asker yere atladı. Diğeri tüfeğini bize doğru doğrulturken:
- Tek tek aşağı inip sıra olun, diye ünledi.
Sesinde değişik bir yankı vardı. Yumuşak bir yankı. O da bunu farketmiş olacak ki, bizi etkilemek için daha sert bir sesle yeniden:
- Sallanmayın, sırayla ve çabuk inin, dedi.
O sırada reonun ağır arka kapağı açıldı. Yüzbaşı elleri parkesinin cebinde bizim inmemizi bekliyordu. Yüzbaşıyı gören asker, yeniden ve daha kuvvetlice:
- Sallanmayın, çabuk olun, diye ünledi.
Üç erkek atlayarak aşağı indik, ama resim öğretmeni Nadire Hanım inemedi. Yüzbaşı:
- Kıçını o kadar büyütürsen, elbette şuncacık yerden inemezsin, dedi. Dönüp öteki araçlardan inen asker ve tutuklulara bakarken de, önce sizlerden başlamalı, dedi.
Utandığından mı, yoksa korkusundan mı, Nadire Hanım seslice ağlamaya başladı. Gözyaşlarını silerek inerken de boylu boyunca yere düştü. Yerden ite kalka kaldırdıkları sırada da umutsuz bir bakışla bana baktı. Bir şey yapamamanın çaresizliği içinde boynumu büktüm. Bir şey söylemesini önlemek için de bakışlarımı onun bakışlarından kaçırdım. Ben uzaklara doğru bakarken, yüzbaşının ince ve bir yılan ıslığını andıran sesi:
- Hepsini tek tek odalara koyun, diye çınladı kulaklarımızda.
Kocaman taş binanın hantal kapısının önünde bizi durdurdular. Tek tek içeri alıp ayrı ayrı odalara doğru götürdüler.
 







Bu haberin geldigi yer: DHB
http://www.halkinbirligi1.net

Bu haber icin adres:
http://www.halkinbirligi1.net/modules.php?name=News&file=article&sid=1180