Çeviri farklılıklarıyla ilgili bir Örnek vermek gerekirse; Diyanet işleri tarafından Türkçeye çevrilen Kur'an'ı Kerim ve Türkçe meali'ndeki Bakara Suresinin 106.Ayeti
"Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?" şeklinde Tükçeye çevrilmiş, bu aynı ayet eskiden yayınlanan Güneş Gazetesi tarafından oluşturulan 'bilim kurulu' tarafından yayınlanan 'Meal' de;
"Yine biz bir yenisini yada benzerini getirmedikçe veya unutturmadıkça bir ayeti yürürlükten kaldırmayız. Allah'ın herşeye gücü yeter." şeklinde Türkçeye çevrilmiştir. Elimizde incelemekte olduğumuz 'Kur'an'ı Kerim ve Türkçe Meali" nde ise ;
"Biz bir ayeti ve hükmünü daha iyisini veya benzerini onun yerine koymadan yürürlükten kaldırmayız. Ve senin hafizandan silmeyiz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" şeklinde çevrilmiştir.
Üç ayrı çeviri dikkatli bir şekilde incelendiğinde sorunun özüne ilişkin ciddi bir farklılık olmadığı görülmektedir. Kuran'ın Farklı Yorumlarının Ürünü Tarikatlar Bilindiği gibi islami ideolojinin temel dayanağı Kuran'dir. İslami ideolojiye dayanan toplumsal düzen (şeriat) yanlılarının, -şeriat'ın kurulabilmesi yolundaki mücadeleleri geçmişten günümüze kesintisiz süregelmiştir. Bu mücadelede değişmeyen tek şey, islami ideolojiye dayanan toplumsal düzen yanlılarının, şeriatçıların dayandıkları temel kaynaktır ki, o da Kuran'dır.
İslami ideolojiye dayanan toplumsal düzen yanlılarının, kendi düzenleri şeriatı kurma çabalarının temel dayanağının Kur'an olması ne kadar olgu ise, bu çabalarını sonucu gelişen Kur'an ayetlerinin değişik yorumları, Kur'an'ı yeni durumlara uyarlama, Kur'an'ın boşluklarını (eksik bıraktıkların ki, böyle bir olguyu kabul etmemelerine rağmen) doldurma, geliştirme vb. çabaları da o kadar olgudur. Bu-durum kaçınılmaz olarak birbirinden farklı Kur'an ayetlerinin farklı yorum ve anlayışları ortaya çıkarmış, İslami ideolojinin yandaşlarının çeşitli görüş ve kesimlere, tarikatlala hatta birbirine düşman tarikatlara ayrılmalarına yol açmıştır. Şüphesiz bu görüş ayrılıkları Kur'an'ı farklı yorumlama vb., nedeniyle de olsa sonuçta insanları birleştirme. Kaynaştırma, doğru yola sevk etme gibi büyük amaçlarla "vahiy" olduğu iddia edilen Kur'an, tam tersi bir rol oynamış, insanların çeşitli mezhep ve tarikalara ayrılarak birbirlerini boğazlamalarının ilahi kaynağı ve temeli olmuştur. Ve bu şeriaçıların niyetlerinden bağımsız olarak objektif olarak böyle olmuştur.
Ki, bu tartışmalar günümüzde şeriatçı kesimlerde Kur'an'ın yeniden tefsiri (yorumu) ihtiyacını doğurmaktadır. İslam reformcusu olarak tanınan İran'lı profesör Abdülkerim Suruş'un "Müslüman ülkelerin gelişmesinin önündeki en önemli engel dini kavrayışın ve düşüncenin yıkıma uğramasıdır. Bu yüzden ben islam dünyasının, bilgi alanındaki yeni keşiflerin ve yeni gelişmelerin ışığında dini yeniden yorumlamaya ve gözden geçirmeye israrla çağırıyorum." sözleri toplumsal gelişme ve değişmelerin ve aynı zamanda bilim ve teknolojideki gelişmelerin dini ideolojinin temellerini sarstığını gösteriyor. Profesör Abdulkerim Suruş'un sözlerinin anlamı diğer şeylerinin yanısıra en açık ifadesini bu noktada buluyor ve profesör bu gerçeğin bilincinde olarak hareket etmeye çalşıyor. Abdulkerim Suruş'un dini yeniden yorumlamaya çağırmasındaki amaç ise dini ideolojinin sarsılan temellerini toplumsal ve bilimsel gelişmeler ışığıdan yeniden elden geçirerek dinin tarihi misyonunu -halkın afyonu misyonunu-oynamasına devam etmesini sağlamaktır. Din ile bilimi uzlaştırma, dine bilimsel bir içerik kazandırma çabaları en açık ifadesi kendisini dini yeniden yorumlama çağrısında buluyor. Böylece o, -islam dini açısından- yaklaşık 1400 yıl öncesine dayanan yasa ve kurallarla bugünün toplumuna hükmetmenin zorluklarını görüyor, dini bağnazlığın bu konudaki tutuculuğunu 'gelişmenin önündeki engel' olarak nileleyerek dinin bizzat kendisinin zehire batırılmış şeker olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor.
Aynı şekilde ilk kez 1993 yılında düzenlenen 'Din Şurası' nda da Kuran'ın yeniden tesfiri de dahil islam dininin çesitli sorunlarının tartışılması ve bu yönde görüşlerin dile getirilmesi tesadüfi değildir. Bugün şeriatçılığın girdabındaki Cezayir'de yine şeriatçıların birbirlerini boğazladığı koşullarda 1993 yılında Cezayir Din İşleri Bakanlığı Müsteşarlığı yapan Muhammed Mehdi El Kacimi'nin bir gazetecinin 'Kur'an da yeni tefsirlere ihtiyaç oldugunu düşünüyormusunuz' seklindeki somsuna "Değişen dünya koşullarına göre tefsirlere ihtiyaç var. Ancak bu Kur'an'ın özüne dokunulmadan yapılmalıdır" yanıtını vermesi, şeriatçılar arasındaki farklı Kur'an yorumlarına yeni bir boyut getiriyor. El Kacimi'nin yeni tefsirin 'Kur'an'ın özüne dokunulmadan yapılmalı' sözlerini 'biçimine' dokunarak yapilabilecegi seklinde yorumlamak mümkün. Ki, zaten anlatılmak istenen de bu. Fakat, Kur'an da herşeyin açıklandığı, en küçük bir noktasının, bir virgülünün dahi değiştirilmesinin Allah'ın 'işi' ne karısmak olacağı gerçeğiyle bağdaşmadığı bir yana gelecekte yaşanacak gelişme ve değişmelerin yeni tefsirleri gündeme getireceğinin de kabulü anlamına geliyor. Bu ise en hafif deyimiyle Kuran'ın öyle söylendiği gibi, değişmez-dokunulmaz ilahi bir yasa değil, zaman ve mekan içinde değişime uğrayabilecek, gözden geçirilebilecek bir kitap olduğunun itirafından başka bir anlama gelmiyor.
Peki, üzerinde bunca fırtına koparılan, insanları bir birine düşman kılan, ayrılık sebebi sayılan, uğruna herşeyin verildiği toplumsal düzenin, şeriatin temeli sayılan Kuran da neler var. Bu soru ilk bakışta çok basit gelebilir insana çünkü daha baştan Kur'an'ın islami ideolojinin temeli sayıldığını ve islami düzen yanlılarının rehberi, üzerinde hem fikir oldukları (birbirlerini düşman ilan edecek kadar yorum farlılıkları dışında!) temel kaynak olduğunu da belirttik. Bu anlamda, söz konusu toplumsal düzen ile ilgili hemen herşey var Kur'an'da, insanların yaradılışları, doğanın ve toplumun yönetiminin nasıl olduğu, geçmişte olanlar ve gelecekte olacaklar vs. vb. Yani Kur'an'a göre istisnasız hemen herşey açıklanmıştır Kur'an da.
İşte burada bizim yapmaya çalıştığımızda;'Vahiy' olduktan sonraki süreçte yorumlarla geliştirilen, "gizli anlamların-dan açık anlamlar" çıkarılmak suretiyle yeni durumlara uyarlanmaya çalışılan "Herşey açıklanmıştır" (Nahl suresi 89. Ayet) denilen Kuran'ın bazı ayetlerinin Türkçe çevirisi üzerinde durarak bu ayetleri ana hatlarıyla sorgulamaktir.
Şu noktanın altını bir kez daha çizmek; hiç bir düşünce ve davranış, biçimiyle, hele inançlarla alay etmek, küçük düşürmek gibi basit bir amaç güdülmediğini burada özellikle vurgulamak istiyoruz. Ancak olgular ve olgular hakkındaki” düşüncelerin de hiç bir korku ve kaygıya kapılmadan ortaya konulmasının zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu, her ne kadar "Allah korkusunun olmadığını",” İman zayıflığını" yada inançsızlığı gösteriyor olsa da gereği olduğu gibi açıklamak dürüstlüğün zorunlu gereğidir.
Kur'an ayetleri niçin tartışılamaz?
Kur'an da açık ve kesin bir nokta var. Kur'an ayetleri hakkında kesinlikle tartışılmaz. Bir başka ifadeyle Kur'an ayetleri üzerinde tartışmak "kafirlere","yoldan çıkmışlara", "imansız ve inançsızlara", "Allah korkusu olmayanlara" vs. vb. özgü bir olgudur. Yani müslümanlar, iman sahipleri, kalplerinde Allah korkusu taşıyanlar Kur'an ayetleri hakkinda tartışma yapamazlar!
"4-Allah'ın ayetleri üzerinde inkarci kafirlerden başkası tartışmaya girişemez..." (Mü'min süresi 4 Ayet)
Durum böyle olunca Kuran ve ayetleri hakkında tartışmak iman sahiplerinin, kalplerinde Allah korkusu olanların haddine mi düşmüş? Bunu ancak kafirler yapabilir!
Peki neden? Yani Allah'ın ayetleri üzerinde inkarcı kafirlerden baskasi neden tartışamaz? Çünkü Allah'ın ayetleri üzerinde tartismak için, tartışma konusu olacak ayetin sorgulanması gerekir. Oysa Allah korkusu olanlar, böyle bir sorgulamayı yapamazlar- ve hiç tereddütsüz ilgili ayeti benimser, boyun eğer, ona iteat ederler. Ve Allah zaten kullanımını kendisine iteat etmesini emreder, yoksa ayetler hakkında düşünmelerini, fikir yürütmelerini değil.
Ayetleri tartışmaya kalkışmak, kaygıyı, kuşkuyu, tereddütü gösterir. Bu kuşku ve terddüt ise iman zayıflığına yer yok. Kur'an da iman zayıflığına yer yok! O zaman tek şeey kalıyor. Ayetleri ve hükümlerini sorgusuz-sualsiz benimsemek, onlara boyun eğip iteat etmek!
Denenilebilir ki, "Allah" göz vermiş, kulak vermiş, beyin vermiş. Göz görmeyecek mi? Kulak işitmeyecek mi?, beyin düşünmeyecek mi?.... İşte burada biraz durmak gerekiyor. Evet "Allah" göz vermiş, kulak vermiş beyin vermiş ama Allahın görülmesini istediğini görüp, işitilmesini istediğini işitmesi ve düşünülmesini istediğini düşünmesi için. Bir başka ifadeyle insanlarm duyu organlarının, ancak" Allah"ın hükümlerine uygun davranılması durumunda bir anlam ve önemi olabilir Kur'an'a göre.
"26-Andolsun ki, (ey Mekkeliler) size vermediğimiz kuvvet ve mevkii onlara vermiştik. Onlara gözler, kulaklar ve kalpler vermiştik. Ama gözleri, kulakları ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı. Çünkü Allah'ın ayetlerini bile bile inkar ediyorlardi. O alaya aldıkları azap kendilerini yok ediverdi." (Ahkaf süresi 26 ayet.abc)
"31 -(Habibim) de ki: 'size yerden ve gökten nazik veren kimdir, kulak ve göklere malik olan (onları yaratıp yöneten) kimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Her işi düzenleyen, idare eden kimdir'..." (Yunus süresi 31
Evet, burada belirtildiğine göre insana gözleri, kulakları veren, her işi düzenleyen idare eden Allah. Ve bu organların görevi Allah'ın emirlerini yerine getirmek! Buradaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi göz, kulak, kalp gibi organların sahiplerine (ki, gerçek sahibi de Kuran'a göre Allah'tır) fayda sağlayıp sağlamasının ölçütü insanların Kuran'ın hükümlerine uyup uymadıklarıdır. Bir başka ifedeyle göz, kulak, beyin gibi organların işlevlerini yerine getirebilmeleri ancak Kur'an hükümlerine harfiyen uymaların, ona uygun davranmaları, onun emirlerinin dışına çıkmayarak koşulsuz ve tereddütsüz iteat etmeleriyle mümdür. Aksi takdirde bu organların hiç bir kıymeti harbiyeleri olamaz, insanları fayda sağlayamaz!
Bu nedenle "Kulak ve gözlere malik olan, her işçi düzenleyen, idare eden" Allah, "görmediği çok esirgeyici Allah'a saygı gösteren" kullar istiyor!
"Onlara Kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Ama gözleri, kulakları ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı..." (Ahkaf süresi 26.ayet) denilirken, bunun, bub nun neden böyle olduğu , gözlerin, kulakların ve kalplerin nasıl olupta fayda sağlamadıkları izah edilmiyor, edilemiyor.
Ve bu durum da "Gözlere, kulaklara ve kalplere malik olan", "her işi düzenleyen ve idare eden Allah" sözlerinin de boş bir söz olmaktan öte anlmı, hiç bir kıymeti harbiyesi kalmıyor.
Fakat burada sözünü ettiğimiz Ahkaf suresinin 26. ayetindeki "...Allah'ın ayetlerini bile bile inkar ediyorlardı. O alaya aldıkları azap kendilerini yok ediverdi." sözlerinin üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.
Zira Kur'an'a göre, gözlere, kulaklara ve kalplere malik olan ve Kur'an ayetlerini 'vahiy' ederek onlara insanların uymalarını emreden Allah ve yine aynı şekilde bu ayetlerini inkar etmelerini sağlayan da yine Allah! Yani insanlara uymaları için Kur'an ayetlerini 'vahiy' eden de Allah. Gözlerin, kulakların ve kalbin fayda sağlamayarak inkara yönelmelerini sağlayan da Allah ve dahası bu stlere uymadıkları için insanları azaba uğratan da Allah! Yani bir ateist olan bu satırları yazanın bu işe tesvik eden de Allah'tır ve hatta şu anda bu yazıyı okuyan okurun bu işi yapmasını sağlayanda Allah'ın kendisidir Kuran'a göre.
Bir başka ifadeyle insanları doğru yola sevk etmek, onları hidayete, erdirmek için Kur'an'i 'vahiy' eden, onlara gözler, kulaklar ve kalpler veren Allah, yine insanlan cehenneme yollamak için Allah'ın ayetlerini bile bile inkar etmelerini sağlıyor, gözlerinin, kalplerinin ve kulaklarının onlara bir fayda sağlamamasını emrediyor. Çünkü Allah, cehennemi bir kısım insanlarla dolduracağına dair bir söz etmiştir.
"Eğer dileseydik, herkesi dünyada, elbette hidayete erdirirdik. Fakat benden şu söz gerçekleşti. Muhakkak ki, cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım!..." (Secde Suresi B.Ayet)
Dahasi Allah" cinlerin ve insanların bir çoğunu cehennem için yaratmıştır." (A’raf suresi 179. ayet)
İnsanların ve cinlerin bir çoğunu cehennem için yaratan Allah, işte yine tam da bu nedenle(!) olmalı ki;
"Kimi doğru yola götürmek isterse, günlünü müslümanlığı kabul etmesi için açar. Kimi de sapıklıkta bırakmak isterse onun da kalbini son derece daraltır. İman teklifi karşısında göğe çıkacak mı? gibi zahmet görür. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böyle azab bırakır." (Én-Am süresi 125. ayet abg)
Çünkü "Allah'ın izni olmadan kimse şehadet edemez." (Yunus süresi 3. ayet 9)
Çünkü; "Allah'ın saptırdığınıi doğru yola koyacak yoktur." (Zümmer süresi 36.ayet)
Daha önce de belirttiğimiz gibi Allah emirlerine iteat edecek, hükümleri karşısında hiç tereddütsüz boyun eğip uygulayacak kullar istiyor. Ama aynı şekilde kullanm isyana teşvik eden, onları saptiran da bizzat Allah'ın kendisi!
Böyle olunca "Allah'ın ayetleri üzerinde inkarcı kafirlerden başkası tartışmaya girişemez."( Mümin suresi) denilmesine rağmen, ayetler hakkmda tartışmaya giren, Kur'an ayetlerini kendince anlayıp yorumlayan inanmışların varlığını da yine aynı şekilde Allah'ın böyle istediği şeklinde anlamak ve yorumlamak mümkün. Yani, ayetler hareketinde 'farklı yorumlar getirerek tartışmaya giren islami ideolojinin yandaşlarının bu tutumlarını "Allah böyle emretti" şeklinde açıklamaktan başka izahı olmamalı.
Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde çeviri sırasında düşülen dipnotlar ve açıklamalar bile bu konudaki farklı yaklaşımları yansıtmaya yeterlidir. Kısacası ayetleri yorumlamak, onların üzerinde tartışma yapmak yalnızca kafirlere özgü bir davranış değil! Her ne kadar kafirlerin yaklaşımı ve bakış açılarıyla iman bütün müslümanların yaklaşımı ve bakış açıları birbirinden farklı olsada sonuçta Allah Kelami Kur'an farklı farklı yorumlanabiliyor, üzerinde tartışmalar yapılabiliyor!
Kur'an ayetlerinin bu farklı yorum ve değerlendirilmelerinin islami kesimde de bütün şiddetiyle sürmesi, islami ideoloji yandaşlarının farklı tarikatlara bölünmüş olması ve bu farklı tarikatlara bölünmüş her grubun, kendileri dşında kalan tüm tarikatları da mücadele edilmesi gereken hasım olarak değerlendirmeleri de bu aynı gerçeğin bir başka yönden göstergesidir. Bu mücadelenin biçim ve şiddeti, araç ve yöntemlerinin, zamana ve mekana göre değişik olması gerçeğin özünü değiştirmiyor!
Kur'an dili neden arapça?
Bilindiği gibi Kur'an arapça 'vahiy' olmuştur. Tabu bu arapça bilmeyen toplumlar açısından ciddi sorunlar doğurmuştur. Bu durumun anlam ve önemi üzerinde durmadan konuyla ilgili bazı ayetleri aktarmakta yarar var.
"İşte böylece biz, onu, Arapça bir Kur'an olarak indirdik..." (Taha süresi l13.ayet)
"Kur'an dili apaçık Arapçadır..." (Nahl süresi 103.ayet)
"Biz bu kitabı anlayışımız diye arapça bir Kur'an olarak indirdik" (Yusuf süresi 2.ayet)
"Eğer biz onu yabanci dilden bir Kur'an yapsaydık, muhakkak ki, ayetleri açıklansaydı ya, arab'a yabanci dil mi? diyeceklerdi' Onlara de ki: 'O Kur'an iman edenler için hidayet ve sifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık var. Kur'an onlara karşı bir körlük ve şüphedir. Onlar uzak bir yerden çağrılanlar gibidir..." (Fussilet süresi 44.ayet)
Söylenenleri özetleyecek olursak; Kur'an dili arapçadır, Kur'anı arapların daha iyi anlaması için arapça 'vahiy' olmuştur. Arab'a yabanci dil mi? diye sormasınlar diye araplarla kendi dillerinde Kur'an indirilmiştir
Burada söylenenler şüphesiz Kur'an'ın tüm insanlığa hitap ettiği, tüm insanları doğru yola sevk eden 'ilahi kitap' olduğu iddialarıyla gelişmektedir. Kur'an dilinin Arapça olmasmi araplann daha iyi anlamalanm saglamak için olarak açıklamakla kalmıyor, aym zamanda her millete kendi dilinde 'peygamber gönderdiğini' belirtiyor Allah!
Demek ki, 'doğru yolu', 'hak yolu'nu insanlara göstermenin, onları 'hidayete erdirmenin' yolu kendi dillerinde Kur'an 'vahiy' etmek ve peygamber göndermektir. Buradan hareketle Kuran'ın araplar dışında kalan ulus ve ulusal azınlıklara ve geniş anlamda araplar dışında kalan tüm insan gruplarına hitap etmediğini ve Muhammed'in de sadece arapların peygamberi olduğunu pekala söyleyebiliriz. Biliyoruz ki, ne dünyadaki insan toplulukları (ve bu arada dil) saysısi ile peygamber sayısı birbirine eşit, nede 'ilahi kitap'. Bu demektir ki;"Biz, her peygamberi apacık anlatabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de doğru yola sevk eder.O her şeye galiptir, hükmünde hikmet sahibidir." (İbrahim süresi 4.ayet) denilme-sinin bu bakımdan pek önemi yok. Denilebilir ki, burada her millete kendi dilinde peygamber gönderildiği değil, gönderilen peygamberlerin kendi milletlerinin dilinde olduğudur. Yani burada sözü edilen dünyada ne kadar millet (ve dil) varsa, o kadar da -o milletlere hitab eden- peygamber gönderildiği, dünyadaki tüm milletlere aynı kendi dillerinde peygamber gönderildiği değil, sadece gönderilen peygamberlerin dillerinin, kendi milletlerinin dilinde olduğu, bu anlamda Muhammed'in de bir arap olarak araplara peygamber olarak gönderildiği iddia edilebilir. Bu bile kendi dilinde peygamberi olmayan milletlerin bulunduğunun, bulunabileceğinin ifadesidir. Bu da insanların doğru yola, hak yoluna sevk edilmesi, hidayete erdirilmesi amacıyla bağdaşmıyor. Ve bu, her peygamberin apaçık anlatabilmesi icin kendi milletinin diliyle gönderildigi anlayisjma taban tabana zit bir durumu ifade ediyor, en hafif deyimiyle Allah, kendi dillerinde peygamberi olmayan milletlere apaçık anlatma ihtiyacı duymuyor, bu milletleri hidayete erdirmek için apaçık anlatma işini bir kenara bırakıyor! Çünkü Kur'an sadece arapça 'vahiy' olmuştur!
Burada soran iki biçimde ele alınabilir. Ya tüm toplumumuzun (ve burada tüm dünya uluslarının) Kur'anı anlamak ve açıklayabilmek için Arapça dil eğitiminden geçirilmesi gerektiğini savunmak -ki, bu Arapça'nın enternasyonal bir dil olarak benimsenmesini istemek ve o yönde çaba harcamayı koşullandırır - ya da arapça Kur'an'ı mevcut toplumun diline kazandırmak.
Eğer, birinci yolun tutulması salık verilirse bu, kendi toplumunun dilini ve dilinin özelliklerini kavramakta yetersiz kalan, eğitim ve kültür düzeyi düşük toplumların yeni bir dil olan arapçayı öğrenmeleri ve arapçanın özelliklerini kavrayarak istenilen bir eğitimle arapça Kur'an'ı anlamaları hemen hemen olanaksızdır. Bu bir. Toplum kendi diline kazandırılmış bir kitabı anlamakta daha başarılı olacaktır bu da iki.
Bu durumda, toplumun kendi diline kazandırılmış, bir kitabın anlamı, ses, ifade, anlatim vb. bakımından orijinaliyle yüzde yüz aynı olması mümkün olmayacak, ancak, her iki dilin özelliklerine hakim çevirmenler vasıtasıyla bu yön-deki aykırıkları en aza indirilecektir. Dolayisiyla farklı kişilerce yapılmış çevirilerin bir arada incelenmesi yoluyla da bu noktada doğabilecek farklılıklar asgariye indirilebilecek, çeviri farklılıklarının yaratabileceği dezavantajlar da asgariye indirilebilecek yada ortadan kaldırılabilecektir.
Kur'an da, her ne kadar Kur'an dilinin arapça olduğu, Kuran'm araplara hitap ettiği söylenmesine rağmen Kuran'nın 'tüm alemlere' indiğini beurten ayetlerde var. Sadece 'şehirlerin anası Mekke halkın ve çevresindekileri uyarıları ' (En-Am süresi 92.ayet) kitap olduğunu belirten ayetlerde var. Hatta daha da ileri giderek sadece müslümanlara,' iman sahiplerine' hitap etiğini, onlan 'doğru yola sevk ettiğini' belirten ayetler de var. Bütün bunlar gözönüne alındığında Kur'an dilinin arapça olması, arap olmayan yada daha doğru ifadeyle arapça bilmeyenlerin Kur'anı anlayabilmeleri bakımından önemli bir sorun olduğu anlaşılacaktır.
Kuran'ın ister sadece Mekke halkı ve çevresine hitaben, isterse araplara yada tüm insanlara indirildiği benimsensin sonuçta O arapça bir Kuran'dir. Ve'biz bu gerçekten yola çıkmak zorandayız. Çünkü; toplumumuz arap olmasa da arap-93 Kuran'ın etkisi altındadır. Dolayısıyla biz de Kur'an'a kendi dilimizde, daha iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için kendi dilimizde yaklaşmak zorundayız.
Dinde ayrılıkların nedeni dil sorunu değil
Burada üzerinde durulması gereken diğer bir hususta ayetlerde yer alan Kur'an dilinin arapça olmasıyla insanların 'ayrılığa düsmesi' arasında doğrudan bir bağın bulunmadığıdır. Çünkü Araplar da din konusunda kendi aralarında ayrılıklara düşmüşlerdir. Bu da Kur'an dilinin arapça olmasıyla insanların din konusunda ayrılığa düşmeleri arasında doğrudan bir bağın bulunmadığını gösterir.
"İşte bu dininiz, bir tekdin (İslam dini)dir. Ben de rabbinizim. Benden sakının.. Ama insanlar din konusunda aralarında ayrıldılar. Ayrılanlar'dan her fırka kendi din ve mezhebine güvenip inandılar." (Mü'minun süresi 52. ve 53-Ayetler)
Buradaki ayetlerde sözü edilen dindeki ayrılıkların islamiyetle diğer dinler arasindaki ayrılıklar olduğu ileri sürülebilir ki, bu da doğru olmaz; Çünkü ; "Öldürülen mümin olmakla beraber size düşman kavimden ise o zaman öldürenin mümin bir köle azad etmesi, kendileriyle aranızda anlaşma bulunan (kafir) bir kavimdense o zaman ailesine (mirasçılarına teslim edilmek üzere) bir diyet vermek, bir mümin köle azad etmek gerekir." (Nisa süresi 92.ayet) denilmesi ayrılıkların sadece islamiyetle diğer dinler arasinda değil aym zamanda müslümanlar arasında olduğunu, olabileceğini gösteriyor.
Denilebilir ki, burada sözü edilen ayrılıkklar her durumda din konusundaki aynhklar değil. Yani müslümanların kendi aralarındaki ayrılıklar, din konusundaki aynhklar değildir ve islamiyetle diğer dinler arasindaki ayrılıklarla islamiyetin kendi arasindaki ayrılıklar aynı kefeye konamaz vb. de denilebilir. Ama bu da doğru olamaz. Çünkü 'her firka kendi din ve mezhebine güvenip inandılar" (Mü'min süresi 52.ayet abc.) denilirken sözü edilen mezheb ayru din işerisinde yer alan topluluğu anlatmaktadır.
Dolayısıyla Mü'min süresinde sözü edilen düşman kavim genel olarak düşünüldüğünde aynı dine, İslam dinine mensup müslümanları anlatmaktadir. Genel bir 'düşman' kavramını ifade etmemektedir. Buna özel nedenlerle ailesel, grupsal çıkarlara dayanan düşmanlıklar gibi mezhepsel düşmanlıklar ve ayrılıklar da dahildir. Allah'ın ayetlerini müslümanlar da farklı anlayıp farklı yorumlayabiliyor, bu nedenle kıyasıya tartışıyor ve hatta birbirlerini boğazlayabiliyorlar.-devam edecek-