 |
|
EKONOMİ EMEKÇİLER ALEYHİNE PATRONLAR LEHİNE BÜYÜYOR

Bir süreden beri ekonomide gerçekleştiği öne sürülen büyümenin geniş halk kitlelerine yansımadığı gerçeği ortadayken; bugünlerde YTL’nin doviz karşısında yüzde 30 değer kazanmasıyla ekonominin dışa bağımlı ve istikrarasız karekterini bir kez daha ortaya çıkarttı. Neki ekonomideki büyüme, tüketim, gelir, istihdam, işsizlik göstergelerinden de anlaşıldığı gibi ücretlilerin durumuna olumlu bir katkı sağlamadı. Üretimde verimlilik artarken, emekçiler, daha uzun süre çalışmak zorunda kaldı. Buna karşın, yaşam koşullarında bir iyileşme gerçekleşmedi. Peki bu sürede yaratılan katma değere ne oldu? Büyüme ile yaratılan zenginlik nerede yoğunlaştı? Üretenler, daha uzun süre çalışıp, daha az tüketirken, daha çok işsiz kalırken, daha çok vergi öderken, daha çok kaynak borç ödemeye akarken, bundan kimler yararlandı?
Resmi verileri kullanarak bakıldığında, içinde bulunulan koşullar, bölüşüm ve çalışma ilişkileri, 1800’lü yıllarda insanca çalışma koşulları için mücadele eden Amerikalı,İngiliz işçilerin koşulları ile özdeş. Büyüyen bir ekonomide, istihdamın artması ve işsizliğin azalması beklenirken, DİE verileri bunun tersini ortaya koyuyor. Büyüme, istihdam ve işsizlik üzerinde beklenenin tersine bir etki yaratıyor. 2001 yılındaki krizden bu yana ekonomi 2002 yılında %8, 2003 yılında %6 2005de yüzde 8 büyümesine karşın; bu sonuçlar ne istihdam ne de işsizlik üzerinde olumlu bir etkisi yaratmadı. Son iki yılda, hem istihdam azaldı; hem de işsizlik arttı. Eksik istihdam edilenlerin de işsizlere katılmasıyla, işsizlik oranı ülke genelinde %25’in üzerine çıktı. Ekonomik büyümeyle birlikte, ikinci beklenti gelirlerin ve tüketimin artmasıdır. Ülke genelinde haneler tarafından yapılan tüketim ve ücretlilerin gelirleri ile ilgili göstergeler, bu durumun tersine bir sonuç göstermektedir. GSMH serilerinde hanelerin yaptığı tüketimi gösteren “özel nihai tüketim”, kriz öncesi değerlerine hala ulaşamamıştır. Özel nihai tüketim harcamaları, nüfus artışını izlememektedir. Bu durum bireylerin geçmişe göre daha az tükettiklerini göstermektedir. Aynı şekilde, istihdama dahil nüfus artmasına karşın; maaş, ücret ve yevmiyeli çalışanların elde ettikleri gelir de kriz öncesi değerini aşamamıştır. Nüfusun ücretle çalışan sayısı artarken, ulusal gelirden aldıkları pay artmamıştır. Bir başka deyişle ücretler gerilemiştir. Sonuç olarak, ekonomik büyüme halka ne iş, ne gelir, ne de daha fazla tüketim olanağı sağlamıştır. Büyüme, halkın yoksullaşmasına eşlik etmiştir. Türkiye’de sadece emek gücünü satarak yaşayanların sayısı 10 milyon 700 bin dolayındadır. Bir başka deyişle, Türkiye’deki toplam istihdamın yarısını ücretli, maaşlı,ve yevmiyeli çalışanlar oluşturuyor. Çalışma Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de kayıt dışı çalışan ücretli sayısı 4 milyon 500 bin. Buna göre, Türkiye’deki ücretlilerin yarısı, sosyal güvenlikten ve iş güvencesinden yoksun, sağlıksız koşullarda, düşük ücretle, uzun ve düzensiz çalışma saatlerinde kölece çalışıyor. Her kriz döneminden karla çıkan işverenler, yaşanan krizileri - karlarını katlayarak atlatmışlardır. Keza Kaybedenler, her zamanki gibi işçiler ve emekçiler olmuştur. Ekonomideki son iki büyüme yılının ücretle çalışanlara yaramadığı açık. Ücretlerdeki değişim bu çarpıcı tabloyu gösteriyor. Ücretler, son dovizin yüzde 30 artmasıyla %30 geriledi. Buna rağmen imalat sanayinde çalışan işçilerin sayısında değişiklik olmazken, verimlilik %30 artmıştır. Son yıllarda imalat sanayindeki teknolojik yatırımların çok sınırlı olduğu düşünülürse, verimlilik artışının arkasındaki tek neden işçilerin daha fazla çalıştırılmasıdır. Haftalık yasal çalışma süresi 45 saat olmasına karşın, özel işletmelerde bu süre 56 saate ulaşmış durumda. Yasal çalışma süresinin üstündeki bu artış, ortalama çalışma süresini gösteriyor. Kimi sektörlerde ve özellikle kayıtdışı alanda bu ortalama süreye asıl alınacak günlük çalışma süresi 11 saati buluyor. Bu sayılar, verimlilik artışlarının gerçek nedenini de açıklıyor. Yaygın olan, ancak istatistiklere yansımayan bir başka konu, yasal çalışma süresinin üstündeki çalışmalar, yani fazla çalışmalar için ücret ödenmediği gerçeğidir. Çalışma sürelerinin yıllar itibariyle artması, sermayenin krizi sadece ücretleri azaltarak değil, aynı zamanda iş sürelerini uzatarak aştığını gösteriyor. Kriz koşullarında bedel yine emekçilere ödetiliyor. DİE’nin özel imalat sanayi verilerine göre 2001’in ilk aylarındaki krizden bu yana, hemen tüm sektörlerde saat ücretleri düşmüştür. Çimento ve seramik sanayinde çalışan emekçiler, saat ücretlerindeki %35 oranındaki düşüşle, en çok kaybedenlerdendir. En çok işten çıkarma ise petrol ürünleri ve tekstil sanayinde gerçekleşmiştir. Türk-İş, asgari ücret ve en düşük emekli aylıklarının açlık ve yoksulluk sınırını hangi oranda karşıladığını araştırdı. Türk-İş, 4 kişilik bir ailenin dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için yapması gereken asgari gıda harcamasını ifade eden ve açlık sınırı olarak da adlandırılan tutarı, Haziran ayı itibarıyla 571 YTL 57 YKr olarak hesapladı. Türk-İş’e göre, 380 YTL 46 YKr net asgari ücret, açlık sınırının yüzde 67’sine karşılık gelirken, 4 kişilik bir aile, asgari ücretle dengeli ve sağlıklı yalnızca 20 gün beslenebiliyor. DİE’ye göre 4 kişilik bir hanenin asgari geçim sınırı (yoksulluk sınırı) 310 YTL iken Türk-İş’e göre bu sınır bin 861 YTL 80 YKr'ye yükseldi.Aradaki farkın büyüklüğüne karşın, DİE’nin araştırması bile Türkiye’deki yoksulluğu gizleyemiyor. DİE’ye göre Türkiye’de asgari geçimini sağlayamayan nüfus 20 milyon, yani nüfusun %30’unu kapsıyor. Yoksulluk sınırı olarak Türk-İş tarafından yapılan çalışma kullanıldığında, yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı 52 milyonu buluyor. Bu da nüfusun %80’ini buluyor. Hangi çalışma asıl alınırsa alınsın, en az 20 milyon insanın açlık sınırı altında yaşadığı açık bir gerçek. Nitekim ,DB’nın “Dünya Ekonomik Göstergeleri 2006” adıyla düzenleyip yayınladığı verilere göre, yüzde 10’luk gelir dilimi ile hesaplandığında (yaklaşık 7 milyon kişi) Türkiye’de en zengin yüzde 10’luk nüfus milli gelirden yüzde 34.1 pay alırken, en yoksul yüzde 10’luk nüfusun payı yüzde 2’de kalmaktadır. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’de 2000 yılında yüzde 27den düşük olan günde 1 dolarla geçinmek zorunda olan nüfusun durumu 2003’te yüzde 3.4’e yükseldi. Günde 2 doların altında gelirle yaşayan oran ise yüzde 10.3’ten yüzde 18.7’ye çıktı Dolaşımdaki paranın kimin kullanımında ve kimde olduğu, gelir dağılımındaki çarpıklığı açıklamada kullanılabilir. BDDK verilerine göre, Türkiye’de 2003 yılı Kasım ayına göre toplam mevduat tutarı 151 katrilyon. Bankaların toplam müşteri sayısı ise 78 milyon dolayında. Toplam mevduatın %64’ü, Türkiye’deki 500 bin kişiye ait. Bir başka deyişle, mevduat sahiplerinin yalnızca binde 7’si toplam mevduatın %64’üne sahip. 2003 yılında 359 katrilyon olan milli gelirimizin %25’i değerindeki bir büyüklüğün, toplam nüfusumuzun %1’ini bile oluşturmayan küçük bir zengin azınlığın elinde olduğu anlaşılıyor. 2003 yılı Kasım ayı itibariyle Türkiye’deki kredi hacmi 62,8 katrilyon. Ancak bu toplamın %70’i, yine banka müşterilerinin sadece binde ikisi tarafından kullanılıyor. Yani, toplam 17 milyon kredi kullanıcısının sadece 29 bini, toplam kredinin %70’ini kullanıyor. Mükerrer olarak kredi kullananların sayısı, bu toplam içinde olduğundan Türkiye’de “paranın efendileri” gerçekte tabloda görünenden daha az. Bir başka deyişle “para”, sayılı kişi ya da aile tarafından kullanılmaktadır. Paranın efendileri, aynı zamanda ne istihdamı ne yatırımı umursamayan, ancak her türlü siyasal gelişmeden “nem kaparak” etkilenen, ekonomik gelişmelerden başka her türlü gelişmeyi satın alarak düşen ya da yükselen borsanın da efendileri. Veriler göre borsada yatırım yapanların sayısı 900 binin aşkın. Yatırımcıların toplam portföy değeri ise yaklaşık 24 katrilyon (18 milyar dolar). Toplam portföyün %71’i, bin 500 kişinin elinde. Hisse senedi ile halka açıldığını ilan eden şirketlerin kaderi sadece bu bin 500 kişinin elinde. Paradan para kazanma yolunu seçen paranın efendileri, halkın ödediği vergilere dayanarak büyüyor. Devletin toplam vergi gelirlerinin büyük kısmı nüfusun %1’ini bile oluşturmayan bir avuç insanın cebine gidiyor. 2003 yılında ödediğimiz her 100 lira verginin 70 lirası paranın efendilerine gitti. Bilindiği gibi, devlet borçlanmasının asıl araçları, devlet tahvili ve hazine bonoları. Bu borçlanma araçlarından en büyük payı %80 ile bankalar alıyor. Banka mevduatları çok küçük bir grubun elinde olduğuna göre, ödenilen vergilere el koyanlar bu küçük zengin azınlığı oluşturan paranın efendileri. Devleti haraca bağlayan kesimlerin vergi havuzuna yaptıkları katkı ise, yok denecek kadar azdır. Örneğin 2002 yılında, faiz ödemeleri vergi gelirlerinin %70’ini alırken, faiz gelirlerine uygulanan verginin bütçeye katkısı binde 1 bile olmamıştır. Ekonomik göstergeler, kriz dönemlerinde herkesin kaybettiği söyleminin tümüyle yalan olduğunu gösteriyor. Kapitalizmin piyasa kurallaıı koşullarında, kaybedenlerin olduğu yerde kazananların da olacağı açık. 2001 yılındaki krizden bu yana geniş halk kesimleri yoksullaşırken bir avuç zenginler takımı paralarına para katmıştır. Dahası toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan üreten ve yaratan emekçiler sürekli kaybetmiş, kayıpları bir avuç sermayenin ve egemen sınıfların kazasına akmıştır. Ulusal gelirin dörtte biri büyüklüğünde bir parayı elinde tutan bu bir avuç zengin azınlığın krizlerde zenginleşerek çıkarken emekçilerin daha fazla yoksullukiçine itildiği ve açlığın toplumu derinden vurduğunu ,böylece ekonominin emekçiler için değil ama patronlar için büyüdüğünü, emekçilere, açlık,sefalet ve işsizlik düştüğünü gösteriyor.
|
|
| |
Ortalama Puan: 0 Toplam Oy: 0
|
|
|
Эlgili Konular
 |
Üzgünüm, bu yazı için yorumlar aktif değil. |
|