|
|
FAŞİZMİN KOLTUK DEĞNEĞİ CHP NERDEN NEREYE ?2-
İnönü, 7 İHL’ni açarak, "...İmam Hatip Liselerinin tümden kapatılması yanlıştı...” değerlendirmesi ile cumhuriyet kuruluş döneminin özeleştirisini yaptı ve CHP’nin Başbakanı Şemsettin Günaltay da; “İlk mekteplerde din dersleri okutmaya başlayan bir hükümetin Başbakanıyım. Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için İmam Hatip Kursları açan bir hükümetin Başkananıyım. Bu memlekette Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için İlahiyat Fakültesi açan bir hükümetin Başbakanıyım...” diyordu. Yıllardır laikliği savunduğunu iddia eden devlet partisinin politik İslamın önün açan ‘cesaret verici’ kararları ve laiklik anlayışı buydu. Osmanlı İmparatorluğu’nundan sürüp gelen üretim ilişkisi üzerinde ‘yeni’ bir devletin gerçekleştirdiği mevcut değişikliklerin tamamının ‘reform’ niteliğinde olan uygulamalardı. İnkilap olarak yutturulmaya çalışılan bu reform hareketleri, hiç bir koşulda toplumsal yapıda niteliksel bir değişim yaratmamış aksine, mevcut toplumsal yapının sistemleşmesini sağlamıştır. Bu reformlar uygulandıkça, Kemalist devletin çok daha baskıcı olmasına yol açtı. Kemalistlerin kurduğu ‘genç’ Türk devletinin biçimi ‘Cumhuriyet’ olmasına rağmen, devletleşen tek parti diktatörlüğüne ve ‘ebedi ya da milli şeflerin kişisel hakimiyetine’ dayanan iktidar biçimi ön plana çıkmıştı. Halkın ve ulusun egemenliği yoktur. Yasamanın, yürütmenin ve yargının bünün yetkileri sadece ve sadece ‘ebedi şef ve milli şeften’ toplanmıştır.
Asaf Savaş Akat’ın ‘Altı Ok’ üzerine şu değerlendirmeyi yapar; “CHP’nin tek parti diktatörlüğünü kurduktan sonra benimsediği Altı Ok arasında demokrasinin yer almaması seçkinci özünü ortaya çıkarmaktadır. Altı Ok’un her biri, demokrasi dışı bir yönetimin ilkeleridir ve öyle olmak zorundadır... Altı Ok, Türkiye toplumunu yukardan reformlarla dönüştürmeye çalışan antidemokratik seçkincilerin ilkeleridir, sosyal demokrasinin ilkeleri değildir...” Ebedi şef ve Milli şef tarafından milletvekillerinin belirlenme biçimi ve hangi sınıfsal kesimlerden atandığına ilişkin veriler, CHP gerçeği bakımından bize somut fikirler verebilir. Gerek şefler gerekse devlet partisi CHP, ‘millet’ adına hareket etmelerine rağmen millettin iradesine başvurma gereği duymamış’lardır. Çünkü, 27 yıllık CHP devletinde, milletvekilleri her zaman atama ile seçimleridir. Milletvekili sayısının kaç olacağını, hangi ilde kimin milletvekili olacağını, Ebedi şef ve Milli şef dışında hiç kimsenin bir bilgisi bulunmuyor. Hiç kimsenin bilgisine ve onayına başvurmadan karar veren tek seçici ve tek yetkili kişi M. Kemal ve İ. İnönü olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Şefler tarafından atanan milletvekillerin nitelikleri ve kimlerden oluştuğu, hangi sınıfları temsil ettikleri sorusuna verilecek yanıt CHP’nin politik kimliği bakımındanda önem kazanmaktadır. Hikmet Kıvılcımlı şu tespiti yapıyor; “1929 Türkiye’sinde 25 milli kapitalle sanayi ve maden şirketi vardı. Bunların idarelerinde 20 kadar mebus alakadardı. Mevcut Milli 38 bankada 31 tane mebus bulunuyordu. Yani, hemen hemen her büyük yerli şirketin mecliste bir mebusu var! Her şirkette bulunan çok eski temyiz azalarının, büyük askeriye ve mülkiye erkanını da hesaba katmalıdır. Sonra bütün büyük endüstriye 7 banka egemendi demiştik. Bunlardan üçü devlet bankasıdır; fakat yanlız birinde(15-20 müesseseyi güden İş Bankası’nda) 13 mebus vardı. İş Bankası’nın sabık müdürü Celal sıfatı ile Türkiye’nin ekonomi politik müdürü olmuştur...” Öyle ki, bir çok şirketin yönetiminde onlarca milletvekili var. Endüstri bankalarının temsilcileri de milletvekilidir. TBMM’nde temsil edilen diğer bir grupta büyük toprak sahipleridir. Örneğin, Emin Sazak, 1920-1950 arasında, yani otuz yıl müddetle, milletvekili olarak atanmıştır. Çukurova’nın büyük toprak ağalarından Cavit Oral 8 yıl, Damar Arıoğlu ise tam 23 yıl milletvekilliği yapmış. Ayrıca Ali Saip Ursavaş, Cemal Hüsnü Taray, Hilmi Uran, Kasım Gülek ve Hilmi Uluğ gibi unutulmayan ağalardır. Kasım Gülek ve Hilmi Uluğ, M. Kemal ve İ. İönünü tarafından sürekli milletvekili olarak atanmışlardır. Ege’nin en büyük toprak sahiplerinden Menderes ailesinden Adnan Menderes, 1931’den 1943’e kadar atanmış milletvekillerden biridir. Kürt illerinden atadığı milletvekillerinin hemen hemen tamamı ya şehy ya da aşiret resileridirler. İsmail Beşikçi’nin araştırmaları bu duruma çok açık bir yanıt vermektedir; “...1920-50 döneminde Vanlı İbrahim Arvas, tayin listelerinden sürekli yer alan bir şeyhtir. Aynı şekilde Hakkı Ungan, 1923’ten öldüğü 1943 yılına kadar mebus tayin edilmiş bir şehytir. Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel, Siirt Mebusu Halil Hulki, Mahmut Soydan, Süreyya Özgeevren sürekli ‘mebus’ tayin edilen şehyler arasındadır...” Ayrıca CHP’de “Lider- Doktirin- Teşkilat” üçlemesi öz ve biçim olarak faşist hareketin temel bir örgütleme modelinin bir biçimdir. Bu üçlü mekanizma’da liderlik esas ve belirleyicidir. İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İspanya’da Franko, Portekiz’de Falanjist lider. Konumuz bakımından M. Kemal’e biçilen şef veya liderlik misyonları da faşist hareketin liderlik anlayışıyla çok açık olarak benzemektedir. Bu benzetmeler sadece ’liderlik’ özellikleri için değil aynı keza ‘doktirin’ ya da ‘ideoloji için’de geçerlidir. M. Kemal’in şeflik sistemi anayasanın üstündedir. Anayasa yazılı kuralları belirtir ama gerçek yaşamda “şeflik sistemi’ geçerlidir. Örneğin, CHP Genel Sekreterlerinden M. Şevket Esendal, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’na şunu söyler; “Siz bir hukuk profesörüsünüz... Bilirsiniz ki, bazı memleketlerin anayasaları yazılmış, bazılarınki ise yazılmamıştır... Bizim ise, iki anayasamız vardir: Yazılmış ve yazılmamış. Bunlardran yazılmış olanı, senin kitapta okuduğun, Teşkilatı Esasiye Kanunu(1924 Anayasası)’dir. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiili durumumuz, yani Şef sistemimizdir. Bu sistem kuvvetini CHP’den alır...” Sanırım, ‘şeflik’ sisteminin etki gücü yoruma yer bırakmayacak kadar çok açık olarak belirtilmiş. Devlet kuran ve devletleşen bir parti olarak CHP’nin Anadolu halkıyla bütünleşemediği ve örgütlenemediği görülüyor. Öyle ki 30 yıllık iktidarı döneminde, halen örgütlü olmadığı, parti binanlarını bulunmadığı şehirler olmuştur. Ama bu şehirlerin Ankara’da milletvekili temsilcileri bulunmaktadır. Tek parti iktidarı ile devletleşen CHP, illerde valilerin, ilçe ve bucaklarda askerler parti yöneticiliği yapmıştır. CHP, kompradorlarla, büyük-toprak sahipleriyle, tefeci-tüccarlarla, ve esnafların küçük bir kesimiyle iletişim halindedir. Toplumun diğer önemli bölümüyle hemen hemen ile hiç bir iletişimi bulunmamakdır. Örneğin, 1931 yılında CHP’nin 8 ilde örgütlülüğü bulunmuyor. 1936’da bu sayı 12’ye çıkıyor. Daha önce örgütlenmesi bulunan 4 il(Bitlis, Bingöl, Tunceli ve Van)’de mevcut örgütlenmelerini durdurmak zorunda kalıyor. CHP’nin örgütlenmesinin bulunmadığı iller; Beyazıt/Ağrı, Diyarbakır, Erzincan, Elazığ, Tunceli, Hakkari, Mardin, Siir, Urfa, Bitlis, Bingöl ve Van. Özellikle Kürt bölgelerinin hemen hemen hiç birinde örgütlenmesinin olmaması, bölgenin tarihsel ve politik durumu ile doğrudan ilişkilidir. Ama bu şehirlerin Ankara’da milletvekili temsilcileri bulunmaktadır. Dikkat çeken bir başka nokta ise, CHP kurultaylarına katılan delegelerinin tamamının milletvekili olmalardır. Mevcut milletvekilleri dışında bütün Türkiye’de çağrılan delge sayısı ise 10.000 üyeye bir delege hakkı verilmekterdir. Bu delegelerin atanmasında CHP’nin üyelerinin hiç bir yetkisi ve söz hakkı yok. Üyeler adına Genel Merkezi tarafından belirleniyor. CHP’nin iktidar ve yönetim biçimi olarak daha çok parti-devlet ilişkisinin iç içe geçtiği, egemenler adına siyasal sistemin tek bir partide somutlaştığı ‘Bonapartist’ iktidara benzetilmlektedir. CHP’nin ideologlarından ve Atatürk’ün çok güvendiği bakanlardan biri olan M. Esat Bozkurt, devletleşmiş tek parti’nin varlığını aynı ideolojik mantık içerisinden ele alıyor. “Sınıfsız, zümresiz Türk ulusunda ülkü, birlik varsa, bu ülkü, birlik onun ve tarihinin zaruretleri icabı ise ve bu birlik içinde gayeye erişmek isteniyor ve erişiliyorsa zorla partiler ihdas etmek nasıl mümkün olur. Böyle mi olmak lazımdır. Yoksa sınıf ve zümre yaratan partiler ihdas etmek mi lazımdır? Bunların tanınmadığı yerlerde parti çokluğunun sebebini ne ile izah edebilirler. Bunlar sun-i bir hareket olmaz mı? Sonra Türk milletini bu yola kim zorlayabilir. Demokrasi zorluğun ve zorbalığın icabı değil bunların düşmanıdır. Belki biraz tuhaf gelecek, fakat, bizi zaman zaman diktatörlük töhmeti altında görmüş olanlar bilmezler mi ki, demokrasilerde aslolan muhalefet partilerin mevcudiyeti değildir...” Türk ulusu yekpare bir topluluğu ifade ettiğine göre, CHP’de Türk ulusunun bir bütününü temsil ettiğini göre başka partilere gerek yoktur. Türk ulusu adına ‘devlet partisi’ statüsünde olabilir. Özellikle 1933’lerden sonra geliştirilen politikalarla parti-devlet bütünleştirilmesine hız verilmiş ve Parti tüzüğünde yapılan değişikliklerle parti-devlet bütünleşmesi resmileştiriliyordu. Devletleşen CHP’nin diğer önemli bir stratejisi de, asimilasyon politikasıdır. 27 Mayıs 1934’de ‘İskan Kanunu Muvakkat Encümen Raporu’nda belirtilenler, Anadolu’nun Türkleştirilme stratejisini ortaya koyuyor; “Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir. Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun onlara verdiği her türlü hakları kullanmakta onları, Türkiye cumhuriyeti uygun görmezdi. Bunun içindir ki, bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını kanun göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet, hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk ilişkilenmek istemez. Yalnız devletin kanunlarından her türlü koruyuculuğu ve yararlılığı görerek her Türk gibi yurdun bütün iyiliklerini, kazançlarını, verimlerini bol bol almakla beraber Türk duygusunu taşımaz gibi durmak işini bu kanun kökünden kesip atmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bütün bunların nerden geldiğini araştırarak bu kanunla uygunsuzlukların hepsini ortadan kaldırmıştır.” Zora ve şiddete dayanarak uygulanan asimilasyon politikası ile Anadolu da yaşayan farklı etnik ulusların Türkleştirilmesi politikası çok net olarak ortaya konulmuştur. Bu sadece Anadolu’nun tarihini inkar etmek değil aynı zamanda ve en önemlisi de, faşistleştirilmiş ırkçılık politikası eksenin de asimilasyon politikasıdır. M. Esat Bozkurt 1930’da TBMM’nde yaptığı bir konuşmada. Türkleştirme politikası üzerine şunları söylüyor; “Türk, bu memleketin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; Hizmetçi olma, köle olma hakkı. Dost ve düşman dağlar bu hakkikatı böyle bilsinler...” CHP’nin asimilasyoncu ve inkarcı politikanın arka planında, turancılık politikası yatmaktadır. Dönemsel olarak güncelleştirilen pantürkizm politikasının somut örneği olarak, Hitler Almanyası ile geliştirilen ilişkiler ve faşist Almanya’nın savaşa girişme hazırlıklarıdır. Almanya özellikle de, Türk devlet içerisindeki faşist unsurları çok bilinçli olarak ön plana çıkartıyordu. Alman Dışişleri Bakanlığını yapmış ve aynı zamanda Almanya Türkiye Büyük Elçisi, Papen’in etkisiyle Genelkurmay Alman faşizminin yanında yer aldı. Özellikle Harp Akademileri Müdürü/komutanı General Fuat erden ile Genelkurmay İkinci Başkanı Asım Gündüz Almanya’nın yanında savaşa girmesini savunmaktaydılar. F. Çakmak’a göre Türk ordusu, “İran üzerinde Bakü’ya yürüyecektir. Kafkas’lardaki hedeflere hücüm söz konusu değildir. İngiliz’lerin İran’da hiç bir müdahalede bulunmayacağı, fakat Rusların ciddi bir direnç gösterecekleri düşünülmektedir.” F. Çakmak’ın Sovyetlere yönelik saldırı planları üzerine yaptığı bu değerlendirmeler sadece kendisinin kişisel görüşler değildi. Savaşa girecek kadar yeterli silah ve cephanenin olduğunu belirten Çakmak, saldırı için gerekli hazırlıkların tamamlandığını Alman Büyük Elçiliğine bildirir. Türk devleti, Almanya’nın zaferinden emin olmak için iki önemli generalini/general Ali İhsan Sabis ve General Ali Fuat Erdem’i Alman savaş cehpelerine gönderilerek durum değerlendirmesi yaptırmıştı. Faşist Almanya’ya yakınlıkları ie bilinen bu iki generalin Cumhurbaşkanı İ. İnönüye, Başbakan Ş. Saraçoğlu’na ve Genelkurmay Başkanı F. Çakmak’a verdikleri raporlarda ‘Almanya’nın zafere çok yaklaştığı’ belirtilmişti. Bu gelişmeler üzerine, Türkiye’nin resmen savaş girmesi için devlet yetkilileri, durum değerlendirmesi yapmak ve hazırlıkları gözden geçirmek için sürekli toplantılar yapılıyordu. Ancak,1943’lerden itibaren Alman ordularının Sovyet orduları tarafından durdurulması ve Almanya’nın peşpeşe yenilgiler almaya başlaması, hem Turancılık özlemleriyle yanıp tutuşan Türkiye’nin hem de İngiltere’nin ve ABD’nin bütün planlarını alt üst etti. Faşist Almanya’nın 2. Dünya savaşında yenilmesi ile dünyadaki siyasal güç dengeleri yeninden ciddi bir değişime uğradı. ABD, kapitalist dünyanın tek süper gücü oldu. Geçmişte, Hitlerin yayında yer alan, Türk devleti bu kez, tamamen ABD yanlısı bir politika izledi. CHP’nin Başbakanı Saraçoğlu, ABD’ye olan nimmet borçlarını nasıl ödeyeceklerini söylüyor; “Hepimiz kaniiz ki, biz bu parayı vermekle, borcumuzun yanlız maddi olan kısmını ödüyoruz. Bir de manevi borcumuz vardır ki, onu da, hürriyet, adalet, istiklal ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız...” Başbakan Saraçoğlu’nun söylemek istediği, Türkiye’nin ABD uşaklığı haline getirilmesi olayıdır. ABD’ye vefa borcu, ancak, ona bağımlılaşmayla ödenebilir. Başka ödeme biçimini ABD’nin kabul etmesi zaten mümkün değildi. CHP’nin Bursa Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver şunları söylüyor; “Aziz arkadaşlarım, bir noktaya da dikkatinizi çekiyorum. Silah yardımı... Onun nederen geldiğini gördük. Sonra Şevkat yardımı vardır. Onun da en fazla nereden geldiğini görüyoruz. Amerika bize yanlız bunu mu veriyor, bundan başka bir şey vermiyor mu? Harbin silahlı kısmı bitti. Arzın üzerinde karanlıklar var. Milletler hala yas içinde, Milletler hala yarına endişe ile bakıyor. Işık nereden geliyor. Ümit nereden geliyor. Amerikadan geliyor. Güven nereden geliyor, Amerikadan geliyor...” CHP milletvekilinin kişiliksizce yaptığı bu açıklamasından anaşıldığı gibi, Türkiye bütün varlığı ve benliğiyle kendisini ABD’nin kollarına attı. CHP’nin Necmetin Saka hükümeti, ‘Ortadoğu’nun güvenliği için Türkiye’nin NATO’ya alınması’ gerektiğini sıkça vurguluyordu. Ne yazık ki, CHP hükümeti, NATO’ya giriş kararnamesini imzalama şerefine ulaşamadı.Türk devlet politikasının gelen imalarından CHP’nin kurmaylarından Nihat Erim, ABD-Türkiye ilişkisini şu cümlelerle açıklıyor; “...yakın bir gelecekte, Türkiye küçük bir Amerika haline gelecektir” Bu sözlerden yaklaşık on yıl sonra Menderes tarafından tekrarlanırken, Menderes’in Türkiye’yi ABD’ye sattığı söyleniyordu. ‘Türkiye’yi küçük Amerika yapan’ bizzat CHP’nin kendisidir. İkinci dünya savaşından sonra, dünyadaki siyasal gelişmelere uyum sağlayabilmek için, Türkiye’nin iç politikasında ve devletin iç işleyişinde bir kısım değişikliklere gidildi. Bu değişik süreci aynı zamanda CHP’nin iç durumunu doğrudan etkiledi. 1950- 1960 yılları arasında CHP ciddi bir iç politik bunalım süreci yaşadı. 1950’lerde yapılan seçimlerde CHP büyük bir yenilgi alarak 27 yıllık tek parti iktidarına veda etti. DP’nin hükümete gelmesi devlet partisini üç temel noktada etkiledi. Birincisi, yıllardır CHP içerisinde bulunan büyük toprak sahipleri ile işbirlikçi burjuvazinin siyasal temsilcilerinin önemli bir kesiminin ayrışmasına yol açtı. İkincisi, sistem içi politik İslami güçlerin hemen hemen tamamı CHP’den koptu. Üçüncüsü ise CHP’nin 27 yıllık siyasal tarihinin sorgulanmasının önü açılmış oldu. DP hükümeti, parlementodaki çoğunluluğuna dayanarak giderek sert önlemlere başvurması ve hatta 27 yıllık CHP’nin tek partili iktidar dönemini hatırlatacak uygulamalar yönelmesi karşısında İ. İnönü, “…Bu yola devam ederseniz, bende sizi kurtaramam...’ ve Ordunun askeri darbeyi “görülen lüzüm üzerine” yapıldığını söyleyen Milli Şef İ.İnönü, “Eğer, ihtilal, vatandaş için başka çıkar yol yoktur kanaati zihinlere yerleşirse, meşru bir hak olarak kullanılacaktır. Bundan kaçınmak mümkün değildir.” diyordu. Bu sözler aynı zamanda CHP’nin askeri darbeye vermiş olduğu desteğin açık bir mesajıydı. Böylece, Türkiye’nin siyasal yaşamından, 1946’dan itiraben iç ve dış koşulların etkisiyle başlayan ‘çok partili’ dönem ordunun yönetime el koymasıyle kesintiye uğrar. 1960-1980 tarihleri arasındaki dönem; ‘CHP’nin Siyasal liberal bir çizgiye kayması ve gelişen sol muhalefeti etkisizleştirilmesi stratejisinin’ uygulanmaya konulmasıdır. 1960’lardan sonra CHP’nin politik kimliği üzerine yapılan bütün tartışmalar aslında sistemin kendisini yeniden organize etme sorunun önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletle özdeşleşen CHP’nin politik atmosferde oynayacağı rol aynı zamanda devletin gelişen toplumsal muhalefet karşısında kendisini ‘kollanması ve korunması’ sorunudur. CHP tarafından savunulmaya başlanan ‘ortanın solu’ politikasının, devletin ideolojik ve politik çizgisinden esastan farklı olmayacağı özel olarak vurgulanmaktadır. İ. İnönü’nün Samsun’da yaptığı konuşmada, “Ortanın solu bir anlayış, ülkeyi komünizme, faşizme götürmeyecek tek politika anlayışıdır. Bunu biz temsil ediyoruz. Ortanın solunda yeralmış CHP, ülke için büyük güvencedir...” CHP bütün politik tarihi boyunca, devlet için bir ‘güvence’ olan CHP’nin kendisine çizdiği yeni rota, devletin yeniden organize edilmesi ile ilişkiliydi. CHP sosyal demokrasinin tarihsel koşullarına uygun olarak doğan bir parti de değildi. Avrupa sosyal demokrat partilerinin geçirmiş olduğu tarihsel sürece benzer hiç bir politik süreç yaşamadığı gibi tersine devlet partisi olarak ortaya çıktı. Devlet kurucusu bir parti olarak yaklaşık olarak 30 yıllık iktidarı ile egemenliğini korumuş ve devlet-parti ilişkisini bütünleştiren bir parti olarak tarihe geçmişti. Ne sosyal devlet anlayışını savunur, ne sınıflar gerçeğini kabul eder, ne de politik olarak sola yakındı. Bu ‘dönüşüm’ taktiği, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasal konjonktüre bağlı olarak, devletin CHP’ye yüklediği ‘yeni’ bir görevdi. Amaç, devlet kuran parti olarak, devleti gelişebilecek tehlikelerden korumaktı. Nedeydi bu tehlike? Sol ve sosyalist hareketin gelişerek toplumsal bir güce dönüşmesi korkusuydu. Devletin CHP’ye vermiş olduğu görev ise, bu gelişmenin engellenmesidir. İ. İnönü’nün CHP’deki politika değişikliğinin amaçlarını şu cümlelerle açıklıyor; “Ülke tam sola kayıyordu. Ortanın solunun gerekçesi tam sola gidişin önlenmesidir. Ben dönmeyeceğim, lüzumu vardır.” “Marksizm ve acırı ucu komünizmle tam karşı karşıyayız.” “Ortanın solu, ortanın çok soluna da çok sağına da bir duvardır.” İ. İnönü’ün izlemiş olduğu devlet partisi olma politikası bir versyonu olan “ortanın solu’ çizgisi CHP’nin tarihsel rolünü oynamasına engeldi. Kendi içerisinde sürekli iç çatışmalar yaşayan bir CHP’nin, değişik biçim ve düzeylerde sisteme karşı gelişen toplumsal hareketlerin denetim altına alınması pek mümkün görünmüyordu. ‘Ortanın solu’ söylemi ile propaganda yapan İ. İnönü yerine, daha solda, hatta kendisini ‘devrimci, sosyalist’ gören, ‘tekellere de karşı olduğunu’ iddia eden Ecevit’in ön plana çıkartılması bir bakıma ‘zorunluluk’ haline gelmişti. Çünkü toplumun ezilen ve sömürülen kesimlerinden sisteme karşı gelişen sosyal hareketler önemli bir boyut kazanmıştı. Kontrolü elinde kaçıracağını düşünen sermaye güçler, bir kaç alanda politik önlemler almaya başladılar. Bu nedenle, toplumsal hareketin CHP’ye kanaliz edilmesi için gerekli değişikliklerin yapılması artık bir zorunluluktu. Solcu, devrimci ve hatta kendisini sosyalist göstermeye çalışan B. Ecevit, CHP’nin Genel Başkanlığına adaylığını koydu. Bu politik karmaşa içerisinde ordu ikinci kez, egemenlerin yönetememe siyasal kirizini gerekçe göstererek devlet ‘yönetimini’ ele aldı. CHP ise 12 mart 1971 Askeri darbesini destekledi ve partinin en önemli isimlerinden N. Erim, generaller tarafından başbakanlığa atandı. Hakça Düzen Adına Kurulu Düzenin Kutsanması Burjuva liberalizmi ve sınıf olarak liberal burjuvazinin, emperyalizm ve onun ülke içindeki işbirlikçileriyle şu ya da bu çlçüde çelişkileri olsada, o ne emperyalizmle bağlarının koparılmasından ve nede komprador burjuvazi ve toprak sahiplerinin egemenliğinin yıkılmasından yanadır; aksine o burjuva-liberal bir anayasayla, işbirlikçi tekelci burjuvazı ve toprak sahiplerinin egemenliğinden pay almayı on gormektedir .Ama buna rağmen, burjuva liberalizmi, gerici ve karşı devrimci karekterini gizlemek için kendine ilericilik, anti..emperyalist vb. payeleri vermekten de geri durmuyor. 1970’li yıllarrın başında siyasal sürecin karmaşıklığı içerisinde 6 Mayıs 1972’de, yani Denizler’in idam edildiği gün CHP’nin 5. Olağanüstü kongresini toplamak zorunda kalan CHP, CİA’nın Nato Karargahına davet ettiği ilk Türk gazeteci ünvanına sahip B. Ecevit, Parti Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirdi ve 14 mayıs 1972’de ‘Genel Başkanlık Seçimi Özel Kurultayı’nda ise CHP Genel Başkanlığına getirildi. Ecevit’in CHP Genel Başkanlığına getirilmesi ile, toplumsal hareketteki devrimci mayalanmanın eş zamanlı olması sistemin stratejik politik bir yönelimiydi. Toplumun ezilen ve sömürülen kesimlerinin tepkileri, sisteme karşı toplumsal eylemlere ve hatta fiili çatışmalara dönüştükçe, CHP’nin ve Ecevit’in politik söylemleri bir o kadar ‘devrimci’leşiyordu. Böylece sisteme karşı gelişen mücadele yeniden sistemin kanallarına aktarılmaya çalışılıyordu. Bütün sol argümanları kullanan CHP, seçimlerden hemen sonra hükümeti, şeriatı savunan ve devletin yapısını şeriatlaştırmayı hedefleyen, laikliğe karşı olduğunu her fırsatta dile getiren, toplanıtlarını dualarla açan, tarikatların yuvalandığı ve kapatılan Milli Nizam Partisi(MNP)’nin devamı olarak kurulan Milli Selamet Partisi(MSP) ile kurdu. Türkiye’de politik İslamın ciddi bir sıçrama yaparak gelişmesi CHP-MSP Koalisyonunun çok ciddi bir rolü olduğu bilinir. CHP-MSP Hükümetinin en önemli icraatlarından biri de, Kıbrıs’ın işgal edilmesini sağlamaktı. Ecevit, bütün yaşamı boyunca bu işgalle övünüp durdu. B. Ecevit, CHP içerisindeki tartışmalara, ‘Benim tahamülüm geniştir. Parti için konularda fazla tahamüllüyüm diye zaman zaman eleştirilmişimdir. Fakat bu sırada CHP’nin yıpratılmasına, rejimin tahammülü yoktur...” diyordu. CHP’nin rejim bakımından işlevi, esas olarak sistemin güçlendirilmesi ve sola kayan toplumsal hareketi bünyesine katarak eritmek ya da sistem için zararsız bir konuma getirmekti. Ecevit, CHP’deki tartışmaları dikkate alarak ‘uyarı’ yapma ihtiyacı duymuş ve CHP’nin ‘asli’ görevine yönelmesi gerektiğini belirtmişti. Kuşkusuz 1970’li yıllarda Ecevit ve partisi CHP açısından da durum aynıydı.Yani emekçi kitle hareketinin devrimcileşmesini engelelemek ve halkçı düzen adına kurulu düzenin kutsanmasını sağlamaktı.CHP programında hemen her uzlaşmaz sınıf karşıtlarının yadsınması, sınıfsal uzlaşma, sınıfsal işbirliği, sınıfsal uyum ve sosyal ortaklık çizgisi temeli üzerinde ele alınmış böylecede burjuvazinin ve diğer somürücü sınıfların ideoloijik ve politik konum1arının güçlendirilmesi proletarya ve emekçilerin, burjuvazinin zavallı bir yedeği haline getirilmesi öngörülüyor. CHP programında yaldızlı laflarla süsleyen vaazların ve ütopyaların en başında sınıflar üstü, ya da dışı demokrasi geliyor. CHP; ''Sosyal-demokrat, insanca hakça bir düzen değişikliğini, toplumdaki çelişkilerin ve gerilimin artmasından ve sınıf çatışmasına dönüşmesinden beklemez.Aksine herkesin eşitlik içinde sınıflar arası çelişkilerin yumuşatılıp eritilemesiyle düzenin sağlanacağını savunuyor. –devam edecek-
|
|
| |
Ortalama Puan: 0 Toplam Oy: 0
|
|
|
Эlgili Konular
|
Üzgünüm, bu yazı için yorumlar aktif değil. |
|